Perşembe, Eylül 19, 2019

GALATAT - LEVANTEN

Levanten: Genel bir târifle Osmanlı ülkesinde yaşayan Avrupalılara verilen isimdir.

“Doğulu, doğululara ait” mânâsındaki Fransızca “levantin” kelimesinden türetilmiş. Fransızca’da “levant” doğu demek, daha sonra hassaten Doğu Akdeniz için kullanılagelmiş. Bir adım daha gidersek, “kaldırmak, doğmak” gibi mânâlara gelen “lever” kelimesinden… Ki, Kıta Avrupası dillerindeki her geriye yürüyüş Latince’ye çıkar. Bu kez de yanılmıyor ve Latince’deki “levis” kelimesine varıyoruz; “hafif” anlamında… Güneşin doğması, sanki bir cismin hafifliğinden ötürü göğe doğru yükselmesi gibi târif edilmiş, zarâfet… Bir de kot markası var: Levi’s… Adamlar isim verdi mi böyle veriyor, bizde olsa Levent-İsmail’den mülhem Lev-İs olurdu. Çocukları kavga eder, Öz Lev-İs ve Hakiki Lev-is şeklinde ayrılırlardı. Bu da ekonomik bir büyümedir neticede… O kelimede “Levi’nin” mânâsı da var; lâkin ki çok daha gerilerde levi, lever, leon da aynı kelimeler…

Mevzu kendiliğinden “levent”e geliverdi… Bizdeki levent, Farsça “lavand”… Serbest kişi demek, başıboş, serseri… Yavuz Sultan Selim’in Kanunnâmesi’nde geçer: “Ve dahi avret ve oğlan varub su olduğu diyarda yuduğu yerde levend tâifesinden kimse varmağa men edeler!”… Çeşme başında serseriler toplanmasın diyor… Kelimenin “Bahriye eri” mânâsında ilk kullanımı ise 1550’lerden sonradır.

Derseniz ki, “Peki çok daha geride lavand ile levant’ın hiç mi bağı yok?”… “Neden olmasın!” derim, hem bunlar akraba diller hem dünya tarihi boyunca denizciler serseridir. Denizci Kurmay Albay dayımdan da biliyorum.

Avrupalıların levant ile kastettikleri Doğu Akdeniz, Arabların Bilâd-ı Şam dedikleri bölgedir. Kadim Kilikya toprakları… Tarihî coğrafyaların sınırları pek belirgin değildir; Trakya, Kürdistan, Şam vs… Lâkin Bilâd-ı Şam için kuzeyde Kilikya, güneyde çöl, doğuda Fırat, batıda Akdeniz’e kadar olan coğrafya diyebiliriz. Kilikya dediğimiz de bugün, Mersin, Adana, İskenderun, Maraş…

Şam, Arabça’da “sol” demek… Aynı zamanda “uğursuz”… “Şom ağız”daki şom… Şeamet, meş’um… Yemen de “sağ” ve “uğurlu”, “meymenet”… Arab, yüzünü doğuya döner ve ona göre yön belirler. Dolayısıyla önü doğu, ardı batı, sağı güney, solu kuzey…

Hani “mendebur” diye bir kelime var. Bu kelime Arabça bir deyimden ufalanmıştır: Muflis min ed-debur… “dbr” arkadan geldi, izledi demek… “Dübür” ise malûm, kıç… “Tedbir”, bu diyârın genel anlayışı ile “zaman kötü, kolla …” deyiminde hayat bulmuş şekilde arkayı kollamak değil, bir işin sonunu düşünmek demek… “Müdebbir” de tedbir alan…

Yani deyimin tam mânâsı “arkadan iflâs etmek!”… Durun, gülmeyin hemen… Buradaki arka, demin bahsi geçen batı yönü… Deyimin asıl anlamı “Batı (rüzgarın)dan (dolayı) iflâs etmiş!”… Tuhaftır, bir benzeri İngilizcede de var, “go to west”… Deyimin mânâsı batıya gitmek, maksadı iflâs etmek…

“Batı’ya hiçbir masum ayak basmadı!”… Nasıl bir uğursuzluk ise artık!..

GALATAT - ALEVÎ

Kafa namusu, fikir namusu diye bir kavram olmalı.. Misal, sırf kendi kafasında oluşturduğu kurguya uymuyor diye var olanı görmezden gelmek, çarpıtmak, saklamak namussuzluk olarak tanımlanmalı.. Dağa taşa tapan yerli kabilesiyle alay etmek kolay; adam kendi kafasındaki kurguya tapınca ne edeceğiz?..

Yok Alevî kelimesi “luvi”den gelirmiş, yok Ali ile hiçbir ilgisi yokmuş da al-evi demekmiş; zaten 16. yüzyıla kadar ışık taifesi denirmiş..

Türkçe bir yazılı kaynakta Alevî kelimesinin ilk geçtiği yer, bildiğim kadarıyla Kutadgu Bilig.. Aynen aktaralım:

Alevîler Birle Katılmaknı Ayur

er atta öngin beg kişisinde taş
katılgu kişiler bu ol ay kadaş
olarda biri savçı urgı turur
bularnı agır tutsa kut kıv bulur

Yusuf Has Hacib; özenti, yozlaşmış ve kendi milletinden nefret eden biri olduğu için dediklerinden bir şey anlaşılmaz, tercüme edelim:

Alevîler ile İlişkiyi Belirtir

Hizmetkârlar ve bey’in adamları dışında, ilişki kurulacak kişiler şunlardır: Bunlardan biri Peygamberin neslidir.. Bunlara saygı gösterirsen, devlete/mutluluğa kavuşursun.

Muzib Yusuf!.. Neyse bu elde var bir olsun..

Osmanlı fermanlarında Alevîler için “ışık tâifesi” filan denmez; her zaman geçen ifade Râfızî ve Kızılbaştır.. 15. ve 16. yüzyıl boyunca Safevi Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail’e bağlı olan Kızılbaşlar, yani Türkmen ve Kürt Alevîler, kızıl bir başlık giydikleri için bu isimle anılıyordu.. (Şimdi o meşhur “Kürdün Alevîsi olmaz!” fikrinizi yavaşça yere bırakın ve arkanıza bile bakmadan kaçıp kendinizi kurtarın).. Daha sonra bu kelime küçültücü bir anlama kaydığı için Alevî kelimesi daha çok tercih edilir oldu..

Normal bir kelime iken küçültücü bir anlama kayma dilde çokça yaygındır.. En son örneği herhalde Kezban kelimesi olsa gerek.. Böyle şeylere “pejoratif” deniyor.. Eşcinsele homo, homoseksüel; başörtülüye sıkmabaş, mürekkeb yalamışa entel demek pejoratiftir.. Aslına bakarsanız Kezban çok da pejoratif değildi.. Hülya Koçyiğit’in, köylü bir kızın Avrupalı bir hanımefendiye dönüşme hikayesinin anlatıldığı “Kezban Paris’te” isimli berbat filmiyle meşhur olmuş olmalı..

Daha önce nötr iken, bir kavramın pejoratifleşmesi sonucu sıfata konu olanlar kendilerine yeni bir isim ararlar.. Şoförün ulaştırma sorumlusu, tezgahdarın satış danışmanı, sağcının muhafazakar demokrat, Cem Küçük beyefendinin yazar -ama durun, sayın Küçük hiç nötr olmadı!- olması bundandır.. Alevî kelimesinin bu bağlamda kullanımı 19. yüzyıldadır..

İşin etimolojisi oldukça basit: Arabça -î nisbet ekidir.. Kelime a-e/u-ü/ı-i ile bitiyorsa ve nisbet eki alacaksa, aynen Türkçe’deki kaynaştırma harfi gibi araya bir “v” girer.. Aslında tam olarak böyle değil, ama Arabça bilmeyen birine en anlatılabilir hâli böyle.. Hem çok da yanlış sayılmaz.. Konya-Konevî, Bursa-Bursevî, Mevla-Mevlevî gibi Ali’den de Alevî.. Gayet net, gayet sarih..

GALATAT - VAZ ETMEK

Bir kardeş: “Son zamanlarda çok sık yanlış kullanıldığına şahit olduğum ‘vaz etmek/vaaz etmek’ kelimelerine de değinebilir misiniz? Bir de ‘vaz etmek’in doğru imlâsı nedir sizce? Teşekkürler.”

Değinmez olur muyuz? Asıl biz teşekkür ederiz. Besbelli ki iki tane alâkasız kelimemiz var. Vaazın kökü v’z (vav+ayn+zı); ikaz etti, nasihat etti demek… Masdarı da va’z; ikaz etmek, nasihat etmek… Derhal bir ilke vaz’ edelim: Arapça tek heceli masdarlar Türkçe’de bir sesli harf ilavesiyle iki heceye çıkartılır. Çünkü sonda iki sessiz harf Türkçe’nin telaffuz yapısını zorlar. Fikr, şükr, kasd vb masdarlar Türkçe’de fikir, şükür, kasıt olur. Dolayısıyla va’z masdarı da vaaz olmuştur. Bu işi yapmaya vaaz etmek/vermek, yapana da vâız, hadi zorlamayalım vâiz denir.

Vaz’ etmek ise bambaşka; vd’ (vav+dad+ayn) kökünden… Bakmayın orada “d” yazdığıma, o “dad” denilen harf Türkçe’de bazen “d” olur bazen “z”… Bir sistematiği de yoktur. Meselâ, tamamen aynı kökten türemiş olan râzı kelimesinde “z”dir, rıdvan kelimesinde “d”… Darp’ta “d”, mızrap’ta “z” yazılır. Vd’ koydu demek, ortaya koydu… Mevzu kelimesi de buradan türer. Dileyen mevdu da diyebilir, itiraz edene de acımayın, rıdvan misâlini yapıştırın! Ben dabıta diyen biliyorum meselâ… Yanlış değil ama dikkat etmek gerekir, her “z”, “d” olabilir demedik, harfin “dad” olması gerekir. Yok yere Deynep Hanım deyip de hır çıkarmayalım inşallah…

Ufak bir manevra: Cübbeli ismiyle maruf vâiz, vaazında, İslâm hikemiyatının kâidelerini vaz’ eden ârif-i billahlara kâfir der imiş. Herhâlde birkaç cümle etmeli… Bugün vaaz etmek, vaz’ etmek kadar yetkinlik gerektirmemektedir. En tepeden en aşağıya, yalanı en ateşli söyleyenin büyük vâiz sayıldığı bir diyardayız. Eğer lafızlar kişileri tehlikeye atıyorsa, küfürle itham ettiği İbn Sînâ’dan çaldığı “vâcibu’l vücud lizâtihi” ibaresini “kendi kendine var olan varlık” olarak anlayan ve yanlış anlayışıyla O’nu çürütmek için dönüp Şeyhu’rreîs’e kâfir diyen kişinin hükmü ne ola? Öyle ya, ilah yoktu, sonra var oldu ve bunu da kendi kendine mi yaptı? İşin komik kısmı ise, o ibareyi vaz’ edenin İbn Sînâ olduğunu da bilmiyor. Başkasının İbn Sînâ’yı tezyif etmek için kullandığını zannediyor.

Mevdumuza dönersek, karşılaşılan galatların hürmetli bir mikdarının ayn ve elif harfleri meselesinden çıktığını söyleyebiliriz. Arapça’daki ayn ve elif/hemze harfleri, Latin harfli Türkçe’de apostrof ile gösterilmelidir. Standard dilbilim notasyonuyla bile isteye göstermiyorum.

Vaaz kelimesinin en doğru imlâsı “vaaz, va’zı, va’za, vaazda, vaazdan” olmalı, “vaaz, vaazı, vaaza, vaazda, vaazdan” da kabulümdür. Vaz’ kelimesinin en doğru imlâsı ise “vaz, vaz’ı, vaz’a, vaz’da/vazda, vaz’dan/vazdan”… Cümleler içinde kullanıp yepyeni anlamlara salalım:

Yeni bir kuralı vaz etmek ancak yeni şartlar söz konusuysa mümkündür. Bu vaz’ı yapacak kişilerin de ehil olması beklenir. Elbette bazı kişilerin bu vaz’a itiraz etmesi faydadan hali değildir. Bu vaz’da en itina edilmesi gereken husus, bu vaz’dan müteessir olacak kişilerin rey ve kanaatlerinin nazar-ı dikkate alınmasıdır.

Böyle konuşunca kendimi Kazım Karabekir gibi hissettim, iyi oluyormuş ya hu… Ol babda emr u ferman hazret-i veliyy’ül emrindir.

GALATAT - TESİR/TESHİR

Soruldu: “Selâmlar. Teshir ile tesir birbirinin yerine kullanılıyor. Aynı kavramlar mıdır? Teşekkürler“

Biz de deriz ki;

Ta12î3 kalıbına hepimiz alışmalıyız: Tahmin, tebrik, teşkil, terfi, takdis, tenzil, tesbit, teşrif, te’sir, takdim, tahrik, tahkir, tahkim, ta’lim, teşhis…

Kelime kökündeki üç harfi numaralandıralım; 123’ten ta12î3 yaptığımızda şu oluyor: Fiil ettirgen hâle geliyor ve bundan dolayı da geçişsiz fiil geçişliye bürünüyor. Bir şeyi hareket edilmez ama bir şeyi tahrik edilir.

Şimdi tesir de, teshir de bu kalıptan… Tesirin kökü “esr” (Oradaki s değil theta aslında, peltek s diye bilinen… Dil, ön dişlerin arasına alınarak çıkarılır. Küçükken Kur’an kursunda Enes isimli bir arkadaşımız vardı. Hoca herkese ismini yazdırıyordu, bu kardeş de ismini yanlış olarak (ث) şu harfle yazınca, ismi peltek kalmış idi. En çok da benden çekmiştir, okuyorsa hakkını helâl ede!)… Akadca’ya mı bakmadık, İbranice’ye mi, Süryanice’ye mi; sözlükleri taradık, bu kökle bağlantılı bir kelimeye rastlayamadık. Daha etraflıca bakmak lazım; o şart… Sizin için uğraşıyoruz, kimin umurunda ise artık…

Bu kökün bizdeki bir karşılığı “eser”… Çoğulu “âsâr”… Tesirin yapanı “müessir”… Bunun dönüşlüsü “teessür”… Teessür aslında etkilenme demek iken üzüntüye dönüşmüş. Manzara şöyle: Elinde dantel işlemeli mendiliyle beyaz tenli hanım kızımız, az önce dinen depremin etkisini atlatmaya çalışarak “Zelzeleden çok müteessir olduk efendim!” demektedir. Zırzopluğu geçersek: Bir şey size tesir ederse, siz de teessür etmiş olup müteessir olmuş olursunuz.

Sihr ise kadim bir kelime… Bir şeyi esas tabiatından gerçek olmayan bir şeye çevirme diye tarif edilebilir, bildiğiniz büyü… Kadim inanış odur ki her harfin, kelimenin, cümlenin, ayın, günün, mevsimin, ismin bir meleği veya cinni mevcuddur. Bu cinnin (ki cin, göze görünmeyen demektir) isminin bilinmesiyle sihir yapılabilir.

Kur’an’da bu kökten türeyen “musahhar” kelimesi vardır. “kml” kökünden mükemmel gibi shr’dan musahhar… “Edilmiş” anlamı verir. Mükemmel, tekmil edilmiş, kemale erdirilmiş; musahhar teshir edilmiş, sihr yapılmış. Fekad Kur’an’daki kullanımı daha çok etki alanına bırakılmış gibi bir şey… “Toprağı size musahhar kıldık” gibi… Yani, teshir’in kullanımı tesirine bırakılmış.

Temmet bi-avnillâhi meliki’r-raûf…

Cumartesi, Mart 09, 2019

HASBİHÂL

Övgüsünü de sövgüsünü de muhatab insanın yüzüne karşı yapmayı ayıp sayan bir kültürde, bir insanın portresini çizmeye niyetlenmeliyiz… Henüz 30’lu yaşlarını bile devirmemiş bir insanı, köşesine çekilip hâtırat yazmaya rahatlıkla itebilecek bir kültür iklimi…

Gençler hâtırat yazamamalılar; zira hatırlayabilecekleri miktarda bir mâzileri olmamalıdır… Normal toplumlarda, gençlerin görece radikal olmalarının sebebi de budur, korumaları gereken bir mâzileri yoktur fakat yaşayacakları uzun bir istikbâl vardır… Bu tip toplumlarda orta yaş mensubları ise liberal eğilimlidir; bir miktar mâzi, bir miktar istikbâl… Yaşlılara düşen ise muhafazakârlıktır… Çünkü bir istikbâlleri yoktur fakat korumaları gereken koca bir mâzileri vardır… Hâtırat yazmak, ilk olarak yaşlıların işidir… İkinci olarak, mâzileri, yani kendileri ile bir muhasebeye girmek isteyenlerin… Son olarak ise hayat karşısında mağlub olanların, daha doğru bir ifadeyle, mağlub olmaya değecek bir hayatı yaşamış ve yaşıyor olanların…

Samimiyet, en ilkel anlamıyla, akıldan geçenle dilde duran arasında, nezâket dışında bir perde bilmeme hâli… Ben, elimden geldiğince, çubuğu da tersine bükme adına, nezâket perdesini de yırtarak konuşmak gerektiğinde ısrar ediyorum… Her tartışmada herkesin herkesi suçladığı gizli ve müfsid bir gündem sahibi olma ithamı, asgarî edeb ve haysiyet sahibi olan insanların birbirine yönelteceği bir şey değildir…

İlk gençlik yıllarımda, içinde yaşadığım toplumdan nefret ediyordum… Kendimi bu topluma ait hissetmiyordum… 10 yaşında bir insanın karşısında duran gelecek; okul, iş, evlilik, emeklilik ve ölüm gibi bir torna tesviye tezgâhının aşamalarından ibaretti… Ergenliğin verdiği keskinlikle de, toplumun şiddet yoluyla tamamen yıkılıp baştan kurulması gerektiğini düşünüyordum… İçinde yaşadığımız insan kalabalıkları ahmak, kaba ve nefsanîydi… Bugün de temelde çok farklı düşündüğümü söyleyemem…

Bunun üstünde veya bunun altında veya en doğrusu bununla beraber, insan kalabalıklarından daha yoz bir kamu hayatı ve bu hayatla birlikte şekillenen bir sistem (devlet, eğitim, kültür, bilim, din, sanat, siyaset), her aklı ve vicdanı yerinde insanı isyan ettiriyordu… Hâlâ da bir şey değişmiş değildir… Buna kısaca yozluk diyeceğim…

İşte ben, kendimin seçtiği dar çevremle beraber bu yozluğun mamulüyüm… İnsanlığın bütün bir evren ve tarih karşısında elleriyle yoklayarak ışığı arama yalpalamalarının küçük bir örneğini de biz verdik, veriyoruz… Her ergen ailesine, okula, çevresine, topluma isyan eder… Biz ise ergenlikten önce başladığımız, ergenlikten sonra da evrilttiğimiz bir isyan halindeyiz… Bir şeyler yanlış gidiyordu, bir şeyler yanlış gidiyor…

Elbette herkes yaşadığı toplumdan biraz memnundur, biraz şikâyetçidir… Lâf mı?.. Bizim itirazımız ise sanki daha temelde bir şeyeydi veya bize öyle geliyordu… Öyleyse bile, bize hâlâ öyle geliyor… En çok kafa yorduğumuz konu ahlâk, düşünüş tarzı, muhakemeydi… Ben şöyle hayâl ediyordum: Neşatî’nin “palaspare berduş ve kase be-kef” dediği gibi, elde dilenci kâsesiyle dinden felsefeye, bilimden sanata koşturuyorduk… Elbet biri derde derman olmalıydı, buna bir çare öneriyor olmalıydı… O koşturmaca sohbetlerinde -mecaz değil!- Marks ile İbn Arâbi, Laozi ile Hegel aynı cümlede geçerdi…

Ben kendime bir söz vermiştim: dürüst olacaktım… Üniversal dürüstlük benim için çok yüksek bir ahlâkî çıtadır… Ben en azından sadece kendime karşı dürüst olacaktım… İnsan zihninin kendine oynadığı oyunlar, tam kelime anlamıyla müthiştir… Bunu en iyi bağımlılığı olan insanlar bilir… Bağımlı insanların, mesela sigarayı bıraktıklarında veya sigara içmeye devam etmek istediklerinde, kendilerine söyledikleri yalanları düşünün… mesela dünya barışı için sigara içmeye devam etmesi gerektiğini öyle bir anlatır ki!.. Veya sınava hazırlanan bir öğrencinin ders başına oturmadan önceki argümantasyon kompleksiliğini değme felsefecilerle karşılaştırın… Ben kıvırmayacaktım… Mazeret tedarik etmeyecek, aklamayacaktım… Safsata yapmayacak, zihinsel eğilimlerden kaçınacaktım… Verinin söylemeye imkân vermediği şeyi söylemeyecektim; ağzımdan veya zihnimden kaçarsa da derhal düzeltecektim… Veri ile tez arasındaki ilişkiye sürekli gözümü dikecektim… Bunca zaman sonra anlıyorum ki, bu ahlâk ve düşünüş, mücessem matematik ahlâkıydı…

Bir paragraf önce tanımlanan düşünme şeklini tamamen benimsemiş bir insanın, Türkiye toplumunda yaşayacağı sıkıntıyı hayâl bile edemezsiniz… Parasından altı sıfır atalı on yıldan fazla olmuş fakat hâlâ kuruş hesabını gündelik hayatta neredeyse kimsenin yapamadığı ve toplumunun ezici çoğunluğuna, daha doğru düzgün imlâ öğretememiş bir ülkede, öyle zamanlar olur ki, gündelik hayatı devam ettirmek imkânsız hâle gelir… Gödel’in “evrimin hezimetine uğramak” dediği hâl… İşte bu tip çileleri hiç olmazsa konuşabileceği dostlara sahib olmak, çoğu zaman bir yara sarma ameliyatıdır… Ki, onlara bu sözü de vermiş, eğer bu ilkelerden saparsam beni en şedit şekilde düzeltmeleri gerektiğini ihtar etmişimdir…

Biz bu yozluğun mamûlüyüz dedim… Fakat bu yozluğun, yatay değil de dikey bir şey olduğunu, bütün toplum katmanlarını, fikir kamplarını dikine kesen bir şey olduğunu fark etmek de ancak tecrübe ile mümkün… Bu, eğlencecilik ideolojisinin bugün temel tezlerinden biri olan “Türküyle, Kürdüyle, Çerkesiyle, Lazıyla bok gibi bir milletiz” şeklinde ucuz ve yüzeysel bir söylenme değildi… Bu yozluğun merkezine seyahat, insanları şuraya buraya savurur… Ki Türkiye tarihi bir savruluşlar tarihidir…

Ben kendimi matematikçi olarak görüyordum… Hep en bunaldığım zamanlarda, Hardy’yi de hatırlayarak, toplumsal meselelerin benim işim olmadığı, bu konunun uzmanlarının bu meselelerle ilgilenmesi gerektiğine kaçıyordum… Özellikle aksiyomatik kümeler teorisi, matematiksel sistemler, matematiğin temelleri, safsata ve zihinsel eğilimler gibi konulara doğru eğildikçe, toplumsal meselelerle matematik arasında (Snow’u şimdi hatırlamanın yeridir) su geçirmez bölmeler olmadığını, iki ayrık alandan bahsetmediğimizi idrak etmeye başladım… Gittikçe daha bütüncül bir görüşe varmaya başlamıştım…

İnsan en deneysel bilim yapma pratiğinde bile, bir takım varsayımlarla işe başlar… Mars’a koloni kurmak gibi salt bilimsel bir faaliyet bile Mars’a koloni kurulabileceğine inanmakla mümkündür… Çünkü bilgi, -son tecride- gerekçelendirilmiş inançtır… Batı’da Rönesans ile kendine gelmeye başlayan “insan”, bir müddet sonra, esasında sadece efendi değiştirdiğini fark etti… Çünkü sulta, sulta olduktan sonra, dayanağının fizik mi metafizik mi olduğu önemini yitirir… Ve 20. yy’da Heisenberg’in belirsizlik, Einstein’ın görelilik ve Gödel’in tamamlanmazlık teoremleri ile iş iyice içinden çıkılmaz bir hâl aldı… Evet, hisse karşı veri, bir üstünlüktür lâkin verinin ne kadar veri olduğu ve “anlamı” yine bir yorum meselesidir…

Türkiye yozluğunun sebeblerinden ve sonuçlarından biri de “Batı” düşmanlığıydı… “Batı”, artık onlar her kimlerse, her türlü kötülüğün kaynağıydı… Üstelik bu düşmanlık, yine yatay değil neredeyse bütün toplumsal kesimleri Kemalistler, İslâmcılar, milliyetçiler, solcular) dikey kesen bir şeydi… Nihayet damağımda kalan tat şudur: Cahil ve küstah Türkiye ahalisi, insanlık bakımından, sadece bilim ve teknolojide değil, ahlâk ve maneviyat, his ve fikir bakımından da “Batı”nın çok çok gerisindedir ve “Batı”dan hâlâ öğrenmesi gereken tonla şey vardır… Ve bence şu gayet nettir: “Batı” düşmanlığı ile “Batı” medeniyetini bilmek, Türkiye’de ahlâksızlık ile sıhhat arasındaki farktır… Türkiye, daha önce de defalarca belirttiğim gibi, ahlâkı kimin kimle seviştiğinden ötede bir şey olarak algılamadığı sürece, kendisi için yerin altının üstünden daha hayırlı olacağı bir ülke olarak kalmaya devam edecektir..

Bir önceki paragrafta, bütün Batı ibarelerinin tırnak içinde olduğu, dikkatten kaçmamış olabilir… Direkt söyleyeyim: Batı medeniyeti diye bir şeyin var olduğuna inanmadım, inanmıyorum… Ortadoğu diye kültürel veya politik bir kategori olduğuna da inanmıyorum… Ortadoğu bataklığı, Ortadoğululuk lâneti diye böğüren yarı okumuş, yüzü güya Batı’ya dönük genç hayvan sürülerinden nefretimi her zaman ifâde ettim… Bu tiplerden birine, “var mısın İngiliz usûlü yapalım… Bu tip bir avam kamarasına misalen Kürd beyleri de girer, meşayıh-ı kirâm da… Yok eğer illa elitizm diyorsan, Arabça, Farsça, Yunanca ve Lâtince’den en az ikisini düzgün konuşup yazamayan hiç kimse, mesela senin gibi hödükler idareci sınıfına giremez” demiştim…

Ahlâksızlığın temelinde biz ve onlar vardır… Ahlâkî rölativizm, ahlâkî çifte standart, bu ülkenin başına gelmiş en büyük faciadır ve Türkiye ahalisinin Batı düşmanlığı tam da bu iğrenç retorik üstünde şekillenir… Türkiye ahalisi için en büyük düşman onlar’dan çok biz hapishanesinin duvarını oyanlardır…

Medeniyet tarihinin bir döneminde (9-13. asırlar arası) insanlığın öncüsü, Müslüman dünya idi… Medeniyette, sanatta, bilimde, ticarette dünyanın en ileri coğrafyası İslâm coğrafyası idi… Kendi ışıklarını Yunan ve Hind’den aldıkları ile komplekssiz bir şekilde, Süryanî ve Farisîlerin de yardımıyla orijinalleştirip daha yukarıya taşıdılar… Bu bayrak, bugün, “Batı” denilen yere emanettir… O hikâyenin özeti bu kadardır… Ve neticede Doğu da Batı da Allah’a âittir…

Bizler, içinde elit kıvılcımı yaşatmaya çalışan insanlarız… Bir kuşak önce Niğde’nin bilmem ne köyünden kalkıp gelmiş ve İstanbul’da talihi yaver gidip parayı bulan taşralının bir süre sonra Boğaz’daki yalısına bilmem nereden kaç paraya bulduğu padişah fermanını asıp soyunun padişahın çizmecibaşısından geldiği iddiası gibi bir elitlikten bahsetmiyorum… Malûm, Türkiye’de aristokrasi yoktur… Öyleyse elitliğimizi bilgiyle, tefekkürle, çabayla, tavırla, ahlâkla biz kurmak zorundayız…

Bir Kızılderili hikâyesinde, “yüzlerimize bakın, bizler geride kalanlarız… Anlatacak hikâyemiz var” denir… Hikâyemizi yazmaya çalışıyoruz…