Perşembe, Eylül 19, 2019

GALATAT - LEVANTEN

Levanten: Genel bir târifle Osmanlı ülkesinde yaşayan Avrupalılara verilen isimdir.

“Doğulu, doğululara ait” mânâsındaki Fransızca “levantin” kelimesinden türetilmiş. Fransızca’da “levant” doğu demek, daha sonra hassaten Doğu Akdeniz için kullanılagelmiş. Bir adım daha gidersek, “kaldırmak, doğmak” gibi mânâlara gelen “lever” kelimesinden… Ki, Kıta Avrupası dillerindeki her geriye yürüyüş Latince’ye çıkar. Bu kez de yanılmıyor ve Latince’deki “levis” kelimesine varıyoruz; “hafif” anlamında… Güneşin doğması, sanki bir cismin hafifliğinden ötürü göğe doğru yükselmesi gibi târif edilmiş, zarâfet… Bir de kot markası var: Levi’s… Adamlar isim verdi mi böyle veriyor, bizde olsa Levent-İsmail’den mülhem Lev-İs olurdu. Çocukları kavga eder, Öz Lev-İs ve Hakiki Lev-is şeklinde ayrılırlardı. Bu da ekonomik bir büyümedir neticede… O kelimede “Levi’nin” mânâsı da var; lâkin ki çok daha gerilerde levi, lever, leon da aynı kelimeler…

Mevzu kendiliğinden “levent”e geliverdi… Bizdeki levent, Farsça “lavand”… Serbest kişi demek, başıboş, serseri… Yavuz Sultan Selim’in Kanunnâmesi’nde geçer: “Ve dahi avret ve oğlan varub su olduğu diyarda yuduğu yerde levend tâifesinden kimse varmağa men edeler!”… Çeşme başında serseriler toplanmasın diyor… Kelimenin “Bahriye eri” mânâsında ilk kullanımı ise 1550’lerden sonradır.

Derseniz ki, “Peki çok daha geride lavand ile levant’ın hiç mi bağı yok?”… “Neden olmasın!” derim, hem bunlar akraba diller hem dünya tarihi boyunca denizciler serseridir. Denizci Kurmay Albay dayımdan da biliyorum.

Avrupalıların levant ile kastettikleri Doğu Akdeniz, Arabların Bilâd-ı Şam dedikleri bölgedir. Kadim Kilikya toprakları… Tarihî coğrafyaların sınırları pek belirgin değildir; Trakya, Kürdistan, Şam vs… Lâkin Bilâd-ı Şam için kuzeyde Kilikya, güneyde çöl, doğuda Fırat, batıda Akdeniz’e kadar olan coğrafya diyebiliriz. Kilikya dediğimiz de bugün, Mersin, Adana, İskenderun, Maraş…

Şam, Arabça’da “sol” demek… Aynı zamanda “uğursuz”… “Şom ağız”daki şom… Şeamet, meş’um… Yemen de “sağ” ve “uğurlu”, “meymenet”… Arab, yüzünü doğuya döner ve ona göre yön belirler. Dolayısıyla önü doğu, ardı batı, sağı güney, solu kuzey…

Hani “mendebur” diye bir kelime var. Bu kelime Arabça bir deyimden ufalanmıştır: Muflis min ed-debur… “dbr” arkadan geldi, izledi demek… “Dübür” ise malûm, kıç… “Tedbir”, bu diyârın genel anlayışı ile “zaman kötü, kolla …” deyiminde hayat bulmuş şekilde arkayı kollamak değil, bir işin sonunu düşünmek demek… “Müdebbir” de tedbir alan…

Yani deyimin tam mânâsı “arkadan iflâs etmek!”… Durun, gülmeyin hemen… Buradaki arka, demin bahsi geçen batı yönü… Deyimin asıl anlamı “Batı (rüzgarın)dan (dolayı) iflâs etmiş!”… Tuhaftır, bir benzeri İngilizcede de var, “go to west”… Deyimin mânâsı batıya gitmek, maksadı iflâs etmek…

“Batı’ya hiçbir masum ayak basmadı!”… Nasıl bir uğursuzluk ise artık!..

GALATAT - ALEVÎ

Kafa namusu, fikir namusu diye bir kavram olmalı.. Misal, sırf kendi kafasında oluşturduğu kurguya uymuyor diye var olanı görmezden gelmek, çarpıtmak, saklamak namussuzluk olarak tanımlanmalı.. Dağa taşa tapan yerli kabilesiyle alay etmek kolay; adam kendi kafasındaki kurguya tapınca ne edeceğiz?..

Yok Alevî kelimesi “luvi”den gelirmiş, yok Ali ile hiçbir ilgisi yokmuş da al-evi demekmiş; zaten 16. yüzyıla kadar ışık taifesi denirmiş..

Türkçe bir yazılı kaynakta Alevî kelimesinin ilk geçtiği yer, bildiğim kadarıyla Kutadgu Bilig.. Aynen aktaralım:

Alevîler Birle Katılmaknı Ayur

er atta öngin beg kişisinde taş
katılgu kişiler bu ol ay kadaş
olarda biri savçı urgı turur
bularnı agır tutsa kut kıv bulur

Yusuf Has Hacib; özenti, yozlaşmış ve kendi milletinden nefret eden biri olduğu için dediklerinden bir şey anlaşılmaz, tercüme edelim:

Alevîler ile İlişkiyi Belirtir

Hizmetkârlar ve bey’in adamları dışında, ilişki kurulacak kişiler şunlardır: Bunlardan biri Peygamberin neslidir.. Bunlara saygı gösterirsen, devlete/mutluluğa kavuşursun.

Muzib Yusuf!.. Neyse bu elde var bir olsun..

Osmanlı fermanlarında Alevîler için “ışık tâifesi” filan denmez; her zaman geçen ifade Râfızî ve Kızılbaştır.. 15. ve 16. yüzyıl boyunca Safevi Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail’e bağlı olan Kızılbaşlar, yani Türkmen ve Kürt Alevîler, kızıl bir başlık giydikleri için bu isimle anılıyordu.. (Şimdi o meşhur “Kürdün Alevîsi olmaz!” fikrinizi yavaşça yere bırakın ve arkanıza bile bakmadan kaçıp kendinizi kurtarın).. Daha sonra bu kelime küçültücü bir anlama kaydığı için Alevî kelimesi daha çok tercih edilir oldu..

Normal bir kelime iken küçültücü bir anlama kayma dilde çokça yaygındır.. En son örneği herhalde Kezban kelimesi olsa gerek.. Böyle şeylere “pejoratif” deniyor.. Eşcinsele homo, homoseksüel; başörtülüye sıkmabaş, mürekkeb yalamışa entel demek pejoratiftir.. Aslına bakarsanız Kezban çok da pejoratif değildi.. Hülya Koçyiğit’in, köylü bir kızın Avrupalı bir hanımefendiye dönüşme hikayesinin anlatıldığı “Kezban Paris’te” isimli berbat filmiyle meşhur olmuş olmalı..

Daha önce nötr iken, bir kavramın pejoratifleşmesi sonucu sıfata konu olanlar kendilerine yeni bir isim ararlar.. Şoförün ulaştırma sorumlusu, tezgahdarın satış danışmanı, sağcının muhafazakar demokrat, Cem Küçük beyefendinin yazar -ama durun, sayın Küçük hiç nötr olmadı!- olması bundandır.. Alevî kelimesinin bu bağlamda kullanımı 19. yüzyıldadır..

İşin etimolojisi oldukça basit: Arabça -î nisbet ekidir.. Kelime a-e/u-ü/ı-i ile bitiyorsa ve nisbet eki alacaksa, aynen Türkçe’deki kaynaştırma harfi gibi araya bir “v” girer.. Aslında tam olarak böyle değil, ama Arabça bilmeyen birine en anlatılabilir hâli böyle.. Hem çok da yanlış sayılmaz.. Konya-Konevî, Bursa-Bursevî, Mevla-Mevlevî gibi Ali’den de Alevî.. Gayet net, gayet sarih..

GALATAT - VAZ ETMEK

Bir kardeş: “Son zamanlarda çok sık yanlış kullanıldığına şahit olduğum ‘vaz etmek/vaaz etmek’ kelimelerine de değinebilir misiniz? Bir de ‘vaz etmek’in doğru imlâsı nedir sizce? Teşekkürler.”

Değinmez olur muyuz? Asıl biz teşekkür ederiz. Besbelli ki iki tane alâkasız kelimemiz var. Vaazın kökü v’z (vav+ayn+zı); ikaz etti, nasihat etti demek… Masdarı da va’z; ikaz etmek, nasihat etmek… Derhal bir ilke vaz’ edelim: Arapça tek heceli masdarlar Türkçe’de bir sesli harf ilavesiyle iki heceye çıkartılır. Çünkü sonda iki sessiz harf Türkçe’nin telaffuz yapısını zorlar. Fikr, şükr, kasd vb masdarlar Türkçe’de fikir, şükür, kasıt olur. Dolayısıyla va’z masdarı da vaaz olmuştur. Bu işi yapmaya vaaz etmek/vermek, yapana da vâız, hadi zorlamayalım vâiz denir.

Vaz’ etmek ise bambaşka; vd’ (vav+dad+ayn) kökünden… Bakmayın orada “d” yazdığıma, o “dad” denilen harf Türkçe’de bazen “d” olur bazen “z”… Bir sistematiği de yoktur. Meselâ, tamamen aynı kökten türemiş olan râzı kelimesinde “z”dir, rıdvan kelimesinde “d”… Darp’ta “d”, mızrap’ta “z” yazılır. Vd’ koydu demek, ortaya koydu… Mevzu kelimesi de buradan türer. Dileyen mevdu da diyebilir, itiraz edene de acımayın, rıdvan misâlini yapıştırın! Ben dabıta diyen biliyorum meselâ… Yanlış değil ama dikkat etmek gerekir, her “z”, “d” olabilir demedik, harfin “dad” olması gerekir. Yok yere Deynep Hanım deyip de hır çıkarmayalım inşallah…

Ufak bir manevra: Cübbeli ismiyle maruf vâiz, vaazında, İslâm hikemiyatının kâidelerini vaz’ eden ârif-i billahlara kâfir der imiş. Herhâlde birkaç cümle etmeli… Bugün vaaz etmek, vaz’ etmek kadar yetkinlik gerektirmemektedir. En tepeden en aşağıya, yalanı en ateşli söyleyenin büyük vâiz sayıldığı bir diyardayız. Eğer lafızlar kişileri tehlikeye atıyorsa, küfürle itham ettiği İbn Sînâ’dan çaldığı “vâcibu’l vücud lizâtihi” ibaresini “kendi kendine var olan varlık” olarak anlayan ve yanlış anlayışıyla O’nu çürütmek için dönüp Şeyhu’rreîs’e kâfir diyen kişinin hükmü ne ola? Öyle ya, ilah yoktu, sonra var oldu ve bunu da kendi kendine mi yaptı? İşin komik kısmı ise, o ibareyi vaz’ edenin İbn Sînâ olduğunu da bilmiyor. Başkasının İbn Sînâ’yı tezyif etmek için kullandığını zannediyor.

Mevdumuza dönersek, karşılaşılan galatların hürmetli bir mikdarının ayn ve elif harfleri meselesinden çıktığını söyleyebiliriz. Arapça’daki ayn ve elif/hemze harfleri, Latin harfli Türkçe’de apostrof ile gösterilmelidir. Standard dilbilim notasyonuyla bile isteye göstermiyorum.

Vaaz kelimesinin en doğru imlâsı “vaaz, va’zı, va’za, vaazda, vaazdan” olmalı, “vaaz, vaazı, vaaza, vaazda, vaazdan” da kabulümdür. Vaz’ kelimesinin en doğru imlâsı ise “vaz, vaz’ı, vaz’a, vaz’da/vazda, vaz’dan/vazdan”… Cümleler içinde kullanıp yepyeni anlamlara salalım:

Yeni bir kuralı vaz etmek ancak yeni şartlar söz konusuysa mümkündür. Bu vaz’ı yapacak kişilerin de ehil olması beklenir. Elbette bazı kişilerin bu vaz’a itiraz etmesi faydadan hali değildir. Bu vaz’da en itina edilmesi gereken husus, bu vaz’dan müteessir olacak kişilerin rey ve kanaatlerinin nazar-ı dikkate alınmasıdır.

Böyle konuşunca kendimi Kazım Karabekir gibi hissettim, iyi oluyormuş ya hu… Ol babda emr u ferman hazret-i veliyy’ül emrindir.

GALATAT - TESİR/TESHİR

Soruldu: “Selâmlar. Teshir ile tesir birbirinin yerine kullanılıyor. Aynı kavramlar mıdır? Teşekkürler“

Biz de deriz ki;

Ta12î3 kalıbına hepimiz alışmalıyız: Tahmin, tebrik, teşkil, terfi, takdis, tenzil, tesbit, teşrif, te’sir, takdim, tahrik, tahkir, tahkim, ta’lim, teşhis…

Kelime kökündeki üç harfi numaralandıralım; 123’ten ta12î3 yaptığımızda şu oluyor: Fiil ettirgen hâle geliyor ve bundan dolayı da geçişsiz fiil geçişliye bürünüyor. Bir şeyi hareket edilmez ama bir şeyi tahrik edilir.

Şimdi tesir de, teshir de bu kalıptan… Tesirin kökü “esr” (Oradaki s değil theta aslında, peltek s diye bilinen… Dil, ön dişlerin arasına alınarak çıkarılır. Küçükken Kur’an kursunda Enes isimli bir arkadaşımız vardı. Hoca herkese ismini yazdırıyordu, bu kardeş de ismini yanlış olarak (ث) şu harfle yazınca, ismi peltek kalmış idi. En çok da benden çekmiştir, okuyorsa hakkını helâl ede!)… Akadca’ya mı bakmadık, İbranice’ye mi, Süryanice’ye mi; sözlükleri taradık, bu kökle bağlantılı bir kelimeye rastlayamadık. Daha etraflıca bakmak lazım; o şart… Sizin için uğraşıyoruz, kimin umurunda ise artık…

Bu kökün bizdeki bir karşılığı “eser”… Çoğulu “âsâr”… Tesirin yapanı “müessir”… Bunun dönüşlüsü “teessür”… Teessür aslında etkilenme demek iken üzüntüye dönüşmüş. Manzara şöyle: Elinde dantel işlemeli mendiliyle beyaz tenli hanım kızımız, az önce dinen depremin etkisini atlatmaya çalışarak “Zelzeleden çok müteessir olduk efendim!” demektedir. Zırzopluğu geçersek: Bir şey size tesir ederse, siz de teessür etmiş olup müteessir olmuş olursunuz.

Sihr ise kadim bir kelime… Bir şeyi esas tabiatından gerçek olmayan bir şeye çevirme diye tarif edilebilir, bildiğiniz büyü… Kadim inanış odur ki her harfin, kelimenin, cümlenin, ayın, günün, mevsimin, ismin bir meleği veya cinni mevcuddur. Bu cinnin (ki cin, göze görünmeyen demektir) isminin bilinmesiyle sihir yapılabilir.

Kur’an’da bu kökten türeyen “musahhar” kelimesi vardır. “kml” kökünden mükemmel gibi shr’dan musahhar… “Edilmiş” anlamı verir. Mükemmel, tekmil edilmiş, kemale erdirilmiş; musahhar teshir edilmiş, sihr yapılmış. Fekad Kur’an’daki kullanımı daha çok etki alanına bırakılmış gibi bir şey… “Toprağı size musahhar kıldık” gibi… Yani, teshir’in kullanımı tesirine bırakılmış.

Temmet bi-avnillâhi meliki’r-raûf…