Cumartesi, Kasım 14, 2020

SEN

Sen; her yerin kovulmuşu, her kem bakışın hedefi, hiçbir yerde tutunamayan, hiçbir ağızdan meded umamayan, başını taştan taşa çarpa çarpa helâk olup giden!..


Sen; konuşamayan, konuştuğunu anlatamayan, sağır kulaklara canhırâş yırtınmalarını duyuramayan, derdine kapanan!..


Sen; acının dibine battıkça acılar çağıran bela paratoneri, oturmuşsun, bir girdabın halkasında kendini seyreden, döne döne yine kendine batan!..


“Değiştir kaderimizi, kalburdan geçir belaları, başlayarak zamandan” diye şarkı söylüyor sana bu çocuklar.. “Nerede olursa olsun yükselt cevherini arzularımızın, hükümlerimizin” diye yalvarıyorlar sana..


Gecenin ve gündüzün, baharın ve kışın, öfkenin ve merhametin, savaşın ve barışın, ve daha kaç türlü zıtlık varsa savurduğu: Sen!.. Gidecek misin mevsimler üzre ölen insanlardan uzağa?..


Muvazeneni kaybediyor, parmaklıklara tutunamıyorsun.. Bir yanda binlerce cana kanın sızlamadan, gözünü kırpmadan kıyabilecekken ötedeki karıncanın akıp giden suda kayboluşuna bin yıldır ağıt yakıp matem tutan sen!..


Sen; gördüğü rüyayı sabahında yüzlerde arayan, sen; çektiği çileden iz bulmak için göz göz insan tarayan!.. Hem cin çarpmış, hem gözünde ateş besleyen sen!..


Artık anlamaya başlıyorsun her şeyi.. Bütün sırlar yavaş yavaş ifşâ olunuyor, bütün görüntüler getiriliyor gözlerinin önüne, isimler fısıldanıyor.. Her şeyi biliyormuşsun gibi değil mi, sanki îlâm olunuyor her şey; o geniş saatler boyunca nâil oluyorsun dünyanın bütün esrârına; ama işte o kadar.. Bir rüyâdan uyanır, üzerindeki toprağı silkeler de dirilir, bir “arda kalan” gibi harabelerin içinde gezinerek, arşınlayarak mezarları..


Artık yavaşça fark ediyorsun.. Eline çarpanın bir işaret, her karşına çıkanın bir sembol (meselâ tabağa dizilmiş sigara börekleri kefenlenmiş ölüleri ihtâr etmeli sana), her şeyin, evet her şeyin bir ikâz olduğunu.. Anlıyorsun her şeyin ablak bir tebessüm gibi durduğunu; alıştın basit düşlere.. Sınır durumlarda, karanlık koridorlarda çınlayan histerik kahkahaya dönüşüyor varolan, “irritasyon”uyla ikâz ediyor hadiseler ve düşüyor fikrine vahşet gibi; “ikâz edilen olur da ikâz eden olmaz mı” diye..


İçtiğin sigaranın dumanı gibi süzüle süzüle her yere girebilir, hayalet gibi duvar bilmez engel tanımaz dolaşabilirsin.. Sonra dünyayı çarpacak göktaşısın; bilecek herkes kimsin ve nesin, nereden geldin, ne yapıyorsun ve nereye gideceksin!..


Şimdi nereye saldırmalı, neyi devirmeli, hangi sûretleri seçmeli yüzüstü etmek için!..


*


hangi yazıları silmeli duvardan


söyle, söyle ne zaman saplandı bu hançer göğsüne


en büyük kıskançlığın hüznü


yoo, niye demeyeceğim


zira aklı yoktur hiçbir doğmuşun


söyle n’olur, nerede başladı bu savaş


kahretsin! daha başından kaybettik


nesin sen, kimsin?


ne bütün bu aynalar


nasıl olur da biter her şey


böyle çabuk


böyle ani


böyle…


*


Sen; sevgisi dünyanın: Hesapsız kitapsız şuursuzca..


Sen; elden geçiren eşyayı, temas hissiyle arındıran, arıtan, oynatan..


Sen ki verdikçe zenginleşensin, gizli hazineler sahibi ve seslenen:


“İster misiniz görünmez olayım, yüzüğü bulmak için dalayım suya?.. İster misiniz?.. Altın yapacağım, ilaçlar yapacağım..”


Sen; yüce bir ahdin sükûtuyla heykelleşen, deniz gibi hasis, dalga dalga cinnet kusan sarhoş uykunun sahillerine, bir sürgün kadar.. Boğarak güneşi ufukta yara gibi ellerinden içirip sonsuzluğun ebedî kırılmalarını, methetmeden tuhaf çocukluğu..


Sen; serâpâ inkisârı köpükten kıratın binicisi, terbiyecisi eşyanın..


Sen; çocuğu göklerin özgürce hüzün cennetinde dolaşan, neşesi alaya, hüznü zamana kurban, yitirerek her şeyi..


Sen; hasreti her şeyin, hatırlaman yanmana, düşünmen çıldırmana eş..


Sen; tutkusu her şeyin, balyoz aşkında meydan yerine inmeye.. Bitmek tükenmek bilmez güvenin bastığın adıma, yer titrer sebatından..


Sen; celladı bütün uyuşuklukların, vurgunsun bir atın telâşlı dörtnala akışına, dağlarda yürüyen sancakların vekârına.. Celladısın bütün köhne hesapların, seyrindesin yaktığın gemilerin aleviyle aydınlanan alnının..


Delisin sen!.. Kader sırrında kaybolan zamanın çığlığına kulaklarını tıkayamadığından..


Kim anlayacaktı ki seni?..


Kendini bekliyorsun oturmuş sessiz.. Figüransın sen, yaşayan biri var!..


Sen; yazmasa çıldıracak olanla alaydayım.. Yazmasaydım, yazmasaydım.. Düşünemiyorum bile!..


Ne yapmalı?.. Nasıl yapmalı?.. Ne olursa, bir şey yapmak gereğini hisseden çatlatırcasına kalbini..


Yırtmalı artık ufkun zarını, kalemleri tohuma çatlatmalı, dağları yürütmeli şehre..


“Madem ki ruhumda bir kıvılcım vardı, istedim ki dünya tutuşsun” diyorsun ve madem ki tasasındasın.. Off! İşte perde!..


Sen; tanımıyorsun kimseyi, annen yok, baban yok, kardeşin yok, eşin yok, dostun yok, arkadaşın yok, sevgilin yok, yarın yok..


Madem ki unutkandır her doğmuş -ki ölesiye hatırlatır her şey sana her şeyi- yaptıkların bile yok; yalnız başın göğe kalkmış, yüzün ufka dikilmiş, alnını uzatmış hedef okuna “çekilmiş”sin, yalnız gayretindesin yapacaklarının..

Perşembe, Eylül 19, 2019

GALATAT - LEVANTEN

Levanten: Genel bir târifle Osmanlı ülkesinde yaşayan Avrupalılara verilen isimdir.

“Doğulu, doğululara ait” mânâsındaki Fransızca “levantin” kelimesinden türetilmiş. Fransızca’da “levant” doğu demek, daha sonra hassaten Doğu Akdeniz için kullanılagelmiş. Bir adım daha gidersek, “kaldırmak, doğmak” gibi mânâlara gelen “lever” kelimesinden… Ki, Kıta Avrupası dillerindeki her geriye yürüyüş Latince’ye çıkar. Bu kez de yanılmıyor ve Latince’deki “levis” kelimesine varıyoruz; “hafif” anlamında… Güneşin doğması, sanki bir cismin hafifliğinden ötürü göğe doğru yükselmesi gibi târif edilmiş, zarâfet… Bir de kot markası var: Levi’s… Adamlar isim verdi mi böyle veriyor, bizde olsa Levent-İsmail’den mülhem Lev-İs olurdu. Çocukları kavga eder, Öz Lev-İs ve Hakiki Lev-is şeklinde ayrılırlardı. Bu da ekonomik bir büyümedir neticede… O kelimede “Levi’nin” mânâsı da var; lâkin ki çok daha gerilerde levi, lever, leon da aynı kelimeler…

Mevzu kendiliğinden “levent”e geliverdi… Bizdeki levent, Farsça “lavand”… Serbest kişi demek, başıboş, serseri… Yavuz Sultan Selim’in Kanunnâmesi’nde geçer: “Ve dahi avret ve oğlan varub su olduğu diyarda yuduğu yerde levend tâifesinden kimse varmağa men edeler!”… Çeşme başında serseriler toplanmasın diyor… Kelimenin “Bahriye eri” mânâsında ilk kullanımı ise 1550’lerden sonradır.

Derseniz ki, “Peki çok daha geride lavand ile levant’ın hiç mi bağı yok?”… “Neden olmasın!” derim, hem bunlar akraba diller hem dünya tarihi boyunca denizciler serseridir. Denizci Kurmay Albay dayımdan da biliyorum.

Avrupalıların levant ile kastettikleri Doğu Akdeniz, Arabların Bilâd-ı Şam dedikleri bölgedir. Kadim Kilikya toprakları… Tarihî coğrafyaların sınırları pek belirgin değildir; Trakya, Kürdistan, Şam vs… Lâkin Bilâd-ı Şam için kuzeyde Kilikya, güneyde çöl, doğuda Fırat, batıda Akdeniz’e kadar olan coğrafya diyebiliriz. Kilikya dediğimiz de bugün, Mersin, Adana, İskenderun, Maraş…

Şam, Arabça’da “sol” demek… Aynı zamanda “uğursuz”… “Şom ağız”daki şom… Şeamet, meş’um… Yemen de “sağ” ve “uğurlu”, “meymenet”… Arab, yüzünü doğuya döner ve ona göre yön belirler. Dolayısıyla önü doğu, ardı batı, sağı güney, solu kuzey…

Hani “mendebur” diye bir kelime var. Bu kelime Arabça bir deyimden ufalanmıştır: Muflis min ed-debur… “dbr” arkadan geldi, izledi demek… “Dübür” ise malûm, kıç… “Tedbir”, bu diyârın genel anlayışı ile “zaman kötü, kolla …” deyiminde hayat bulmuş şekilde arkayı kollamak değil, bir işin sonunu düşünmek demek… “Müdebbir” de tedbir alan…

Yani deyimin tam mânâsı “arkadan iflâs etmek!”… Durun, gülmeyin hemen… Buradaki arka, demin bahsi geçen batı yönü… Deyimin asıl anlamı “Batı (rüzgarın)dan (dolayı) iflâs etmiş!”… Tuhaftır, bir benzeri İngilizcede de var, “go to west”… Deyimin mânâsı batıya gitmek, maksadı iflâs etmek…

“Batı’ya hiçbir masum ayak basmadı!”… Nasıl bir uğursuzluk ise artık!..

GALATAT - ALEVÎ

Kafa namusu, fikir namusu diye bir kavram olmalı.. Misal, sırf kendi kafasında oluşturduğu kurguya uymuyor diye var olanı görmezden gelmek, çarpıtmak, saklamak namussuzluk olarak tanımlanmalı.. Dağa taşa tapan yerli kabilesiyle alay etmek kolay; adam kendi kafasındaki kurguya tapınca ne edeceğiz?..

Yok Alevî kelimesi “luvi”den gelirmiş, yok Ali ile hiçbir ilgisi yokmuş da al-evi demekmiş; zaten 16. yüzyıla kadar ışık taifesi denirmiş..

Türkçe bir yazılı kaynakta Alevî kelimesinin ilk geçtiği yer, bildiğim kadarıyla Kutadgu Bilig.. Aynen aktaralım:

Alevîler Birle Katılmaknı Ayur

er atta öngin beg kişisinde taş
katılgu kişiler bu ol ay kadaş
olarda biri savçı urgı turur
bularnı agır tutsa kut kıv bulur

Yusuf Has Hacib; özenti, yozlaşmış ve kendi milletinden nefret eden biri olduğu için dediklerinden bir şey anlaşılmaz, tercüme edelim:

Alevîler ile İlişkiyi Belirtir

Hizmetkârlar ve bey’in adamları dışında, ilişki kurulacak kişiler şunlardır: Bunlardan biri Peygamberin neslidir.. Bunlara saygı gösterirsen, devlete/mutluluğa kavuşursun.

Muzib Yusuf!.. Neyse bu elde var bir olsun..

Osmanlı fermanlarında Alevîler için “ışık tâifesi” filan denmez; her zaman geçen ifade Râfızî ve Kızılbaştır.. 15. ve 16. yüzyıl boyunca Safevi Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail’e bağlı olan Kızılbaşlar, yani Türkmen ve Kürt Alevîler, kızıl bir başlık giydikleri için bu isimle anılıyordu.. (Şimdi o meşhur “Kürdün Alevîsi olmaz!” fikrinizi yavaşça yere bırakın ve arkanıza bile bakmadan kaçıp kendinizi kurtarın).. Daha sonra bu kelime küçültücü bir anlama kaydığı için Alevî kelimesi daha çok tercih edilir oldu..

Normal bir kelime iken küçültücü bir anlama kayma dilde çokça yaygındır.. En son örneği herhalde Kezban kelimesi olsa gerek.. Böyle şeylere “pejoratif” deniyor.. Eşcinsele homo, homoseksüel; başörtülüye sıkmabaş, mürekkeb yalamışa entel demek pejoratiftir.. Aslına bakarsanız Kezban çok da pejoratif değildi.. Hülya Koçyiğit’in, köylü bir kızın Avrupalı bir hanımefendiye dönüşme hikayesinin anlatıldığı “Kezban Paris’te” isimli berbat filmiyle meşhur olmuş olmalı..

Daha önce nötr iken, bir kavramın pejoratifleşmesi sonucu sıfata konu olanlar kendilerine yeni bir isim ararlar.. Şoförün ulaştırma sorumlusu, tezgahdarın satış danışmanı, sağcının muhafazakar demokrat, Cem Küçük beyefendinin yazar -ama durun, sayın Küçük hiç nötr olmadı!- olması bundandır.. Alevî kelimesinin bu bağlamda kullanımı 19. yüzyıldadır..

İşin etimolojisi oldukça basit: Arabça -î nisbet ekidir.. Kelime a-e/u-ü/ı-i ile bitiyorsa ve nisbet eki alacaksa, aynen Türkçe’deki kaynaştırma harfi gibi araya bir “v” girer.. Aslında tam olarak böyle değil, ama Arabça bilmeyen birine en anlatılabilir hâli böyle.. Hem çok da yanlış sayılmaz.. Konya-Konevî, Bursa-Bursevî, Mevla-Mevlevî gibi Ali’den de Alevî.. Gayet net, gayet sarih..

GALATAT - VAZ ETMEK

Bir kardeş: “Son zamanlarda çok sık yanlış kullanıldığına şahit olduğum ‘vaz etmek/vaaz etmek’ kelimelerine de değinebilir misiniz? Bir de ‘vaz etmek’in doğru imlâsı nedir sizce? Teşekkürler.”

Değinmez olur muyuz? Asıl biz teşekkür ederiz. Besbelli ki iki tane alâkasız kelimemiz var. Vaazın kökü v’z (vav+ayn+zı); ikaz etti, nasihat etti demek… Masdarı da va’z; ikaz etmek, nasihat etmek… Derhal bir ilke vaz’ edelim: Arapça tek heceli masdarlar Türkçe’de bir sesli harf ilavesiyle iki heceye çıkartılır. Çünkü sonda iki sessiz harf Türkçe’nin telaffuz yapısını zorlar. Fikr, şükr, kasd vb masdarlar Türkçe’de fikir, şükür, kasıt olur. Dolayısıyla va’z masdarı da vaaz olmuştur. Bu işi yapmaya vaaz etmek/vermek, yapana da vâız, hadi zorlamayalım vâiz denir.

Vaz’ etmek ise bambaşka; vd’ (vav+dad+ayn) kökünden… Bakmayın orada “d” yazdığıma, o “dad” denilen harf Türkçe’de bazen “d” olur bazen “z”… Bir sistematiği de yoktur. Meselâ, tamamen aynı kökten türemiş olan râzı kelimesinde “z”dir, rıdvan kelimesinde “d”… Darp’ta “d”, mızrap’ta “z” yazılır. Vd’ koydu demek, ortaya koydu… Mevzu kelimesi de buradan türer. Dileyen mevdu da diyebilir, itiraz edene de acımayın, rıdvan misâlini yapıştırın! Ben dabıta diyen biliyorum meselâ… Yanlış değil ama dikkat etmek gerekir, her “z”, “d” olabilir demedik, harfin “dad” olması gerekir. Yok yere Deynep Hanım deyip de hır çıkarmayalım inşallah…

Ufak bir manevra: Cübbeli ismiyle maruf vâiz, vaazında, İslâm hikemiyatının kâidelerini vaz’ eden ârif-i billahlara kâfir der imiş. Herhâlde birkaç cümle etmeli… Bugün vaaz etmek, vaz’ etmek kadar yetkinlik gerektirmemektedir. En tepeden en aşağıya, yalanı en ateşli söyleyenin büyük vâiz sayıldığı bir diyardayız. Eğer lafızlar kişileri tehlikeye atıyorsa, küfürle itham ettiği İbn Sînâ’dan çaldığı “vâcibu’l vücud lizâtihi” ibaresini “kendi kendine var olan varlık” olarak anlayan ve yanlış anlayışıyla O’nu çürütmek için dönüp Şeyhu’rreîs’e kâfir diyen kişinin hükmü ne ola? Öyle ya, ilah yoktu, sonra var oldu ve bunu da kendi kendine mi yaptı? İşin komik kısmı ise, o ibareyi vaz’ edenin İbn Sînâ olduğunu da bilmiyor. Başkasının İbn Sînâ’yı tezyif etmek için kullandığını zannediyor.

Mevdumuza dönersek, karşılaşılan galatların hürmetli bir mikdarının ayn ve elif harfleri meselesinden çıktığını söyleyebiliriz. Arapça’daki ayn ve elif/hemze harfleri, Latin harfli Türkçe’de apostrof ile gösterilmelidir. Standard dilbilim notasyonuyla bile isteye göstermiyorum.

Vaaz kelimesinin en doğru imlâsı “vaaz, va’zı, va’za, vaazda, vaazdan” olmalı, “vaaz, vaazı, vaaza, vaazda, vaazdan” da kabulümdür. Vaz’ kelimesinin en doğru imlâsı ise “vaz, vaz’ı, vaz’a, vaz’da/vazda, vaz’dan/vazdan”… Cümleler içinde kullanıp yepyeni anlamlara salalım:

Yeni bir kuralı vaz etmek ancak yeni şartlar söz konusuysa mümkündür. Bu vaz’ı yapacak kişilerin de ehil olması beklenir. Elbette bazı kişilerin bu vaz’a itiraz etmesi faydadan hali değildir. Bu vaz’da en itina edilmesi gereken husus, bu vaz’dan müteessir olacak kişilerin rey ve kanaatlerinin nazar-ı dikkate alınmasıdır.

Böyle konuşunca kendimi Kazım Karabekir gibi hissettim, iyi oluyormuş ya hu… Ol babda emr u ferman hazret-i veliyy’ül emrindir.

GALATAT - TESİR/TESHİR

Soruldu: “Selâmlar. Teshir ile tesir birbirinin yerine kullanılıyor. Aynı kavramlar mıdır? Teşekkürler“

Biz de deriz ki;

Ta12î3 kalıbına hepimiz alışmalıyız: Tahmin, tebrik, teşkil, terfi, takdis, tenzil, tesbit, teşrif, te’sir, takdim, tahrik, tahkir, tahkim, ta’lim, teşhis…

Kelime kökündeki üç harfi numaralandıralım; 123’ten ta12î3 yaptığımızda şu oluyor: Fiil ettirgen hâle geliyor ve bundan dolayı da geçişsiz fiil geçişliye bürünüyor. Bir şeyi hareket edilmez ama bir şeyi tahrik edilir.

Şimdi tesir de, teshir de bu kalıptan… Tesirin kökü “esr” (Oradaki s değil theta aslında, peltek s diye bilinen… Dil, ön dişlerin arasına alınarak çıkarılır. Küçükken Kur’an kursunda Enes isimli bir arkadaşımız vardı. Hoca herkese ismini yazdırıyordu, bu kardeş de ismini yanlış olarak (ث) şu harfle yazınca, ismi peltek kalmış idi. En çok da benden çekmiştir, okuyorsa hakkını helâl ede!)… Akadca’ya mı bakmadık, İbranice’ye mi, Süryanice’ye mi; sözlükleri taradık, bu kökle bağlantılı bir kelimeye rastlayamadık. Daha etraflıca bakmak lazım; o şart… Sizin için uğraşıyoruz, kimin umurunda ise artık…

Bu kökün bizdeki bir karşılığı “eser”… Çoğulu “âsâr”… Tesirin yapanı “müessir”… Bunun dönüşlüsü “teessür”… Teessür aslında etkilenme demek iken üzüntüye dönüşmüş. Manzara şöyle: Elinde dantel işlemeli mendiliyle beyaz tenli hanım kızımız, az önce dinen depremin etkisini atlatmaya çalışarak “Zelzeleden çok müteessir olduk efendim!” demektedir. Zırzopluğu geçersek: Bir şey size tesir ederse, siz de teessür etmiş olup müteessir olmuş olursunuz.

Sihr ise kadim bir kelime… Bir şeyi esas tabiatından gerçek olmayan bir şeye çevirme diye tarif edilebilir, bildiğiniz büyü… Kadim inanış odur ki her harfin, kelimenin, cümlenin, ayın, günün, mevsimin, ismin bir meleği veya cinni mevcuddur. Bu cinnin (ki cin, göze görünmeyen demektir) isminin bilinmesiyle sihir yapılabilir.

Kur’an’da bu kökten türeyen “musahhar” kelimesi vardır. “kml” kökünden mükemmel gibi shr’dan musahhar… “Edilmiş” anlamı verir. Mükemmel, tekmil edilmiş, kemale erdirilmiş; musahhar teshir edilmiş, sihr yapılmış. Fekad Kur’an’daki kullanımı daha çok etki alanına bırakılmış gibi bir şey… “Toprağı size musahhar kıldık” gibi… Yani, teshir’in kullanımı tesirine bırakılmış.

Temmet bi-avnillâhi meliki’r-raûf…

Cumartesi, Mart 09, 2019

HASBİHÂL

Övgüsünü de sövgüsünü de muhatab insanın yüzüne karşı yapmayı ayıp sayan bir kültürde, bir insanın portresini çizmeye niyetlenmeliyiz… Henüz 30’lu yaşlarını bile devirmemiş bir insanı, köşesine çekilip hâtırat yazmaya rahatlıkla itebilecek bir kültür iklimi…

Gençler hâtırat yazamamalılar; zira hatırlayabilecekleri miktarda bir mâzileri olmamalıdır… Normal toplumlarda, gençlerin görece radikal olmalarının sebebi de budur, korumaları gereken bir mâzileri yoktur fakat yaşayacakları uzun bir istikbâl vardır… Bu tip toplumlarda orta yaş mensubları ise liberal eğilimlidir; bir miktar mâzi, bir miktar istikbâl… Yaşlılara düşen ise muhafazakârlıktır… Çünkü bir istikbâlleri yoktur fakat korumaları gereken koca bir mâzileri vardır… Hâtırat yazmak, ilk olarak yaşlıların işidir… İkinci olarak, mâzileri, yani kendileri ile bir muhasebeye girmek isteyenlerin… Son olarak ise hayat karşısında mağlub olanların, daha doğru bir ifadeyle, mağlub olmaya değecek bir hayatı yaşamış ve yaşıyor olanların…

Samimiyet, en ilkel anlamıyla, akıldan geçenle dilde duran arasında, nezâket dışında bir perde bilmeme hâli… Ben, elimden geldiğince, çubuğu da tersine bükme adına, nezâket perdesini de yırtarak konuşmak gerektiğinde ısrar ediyorum… Her tartışmada herkesin herkesi suçladığı gizli ve müfsid bir gündem sahibi olma ithamı, asgarî edeb ve haysiyet sahibi olan insanların birbirine yönelteceği bir şey değildir…

İlk gençlik yıllarımda, içinde yaşadığım toplumdan nefret ediyordum… Kendimi bu topluma ait hissetmiyordum… 10 yaşında bir insanın karşısında duran gelecek; okul, iş, evlilik, emeklilik ve ölüm gibi bir torna tesviye tezgâhının aşamalarından ibaretti… Ergenliğin verdiği keskinlikle de, toplumun şiddet yoluyla tamamen yıkılıp baştan kurulması gerektiğini düşünüyordum… İçinde yaşadığımız insan kalabalıkları ahmak, kaba ve nefsanîydi… Bugün de temelde çok farklı düşündüğümü söyleyemem…

Bunun üstünde veya bunun altında veya en doğrusu bununla beraber, insan kalabalıklarından daha yoz bir kamu hayatı ve bu hayatla birlikte şekillenen bir sistem (devlet, eğitim, kültür, bilim, din, sanat, siyaset), her aklı ve vicdanı yerinde insanı isyan ettiriyordu… Hâlâ da bir şey değişmiş değildir… Buna kısaca yozluk diyeceğim…

İşte ben, kendimin seçtiği dar çevremle beraber bu yozluğun mamulüyüm… İnsanlığın bütün bir evren ve tarih karşısında elleriyle yoklayarak ışığı arama yalpalamalarının küçük bir örneğini de biz verdik, veriyoruz… Her ergen ailesine, okula, çevresine, topluma isyan eder… Biz ise ergenlikten önce başladığımız, ergenlikten sonra da evrilttiğimiz bir isyan halindeyiz… Bir şeyler yanlış gidiyordu, bir şeyler yanlış gidiyor…

Elbette herkes yaşadığı toplumdan biraz memnundur, biraz şikâyetçidir… Lâf mı?.. Bizim itirazımız ise sanki daha temelde bir şeyeydi veya bize öyle geliyordu… Öyleyse bile, bize hâlâ öyle geliyor… En çok kafa yorduğumuz konu ahlâk, düşünüş tarzı, muhakemeydi… Ben şöyle hayâl ediyordum: Neşatî’nin “palaspare berduş ve kase be-kef” dediği gibi, elde dilenci kâsesiyle dinden felsefeye, bilimden sanata koşturuyorduk… Elbet biri derde derman olmalıydı, buna bir çare öneriyor olmalıydı… O koşturmaca sohbetlerinde -mecaz değil!- Marks ile İbn Arâbi, Laozi ile Hegel aynı cümlede geçerdi…

Ben kendime bir söz vermiştim: dürüst olacaktım… Üniversal dürüstlük benim için çok yüksek bir ahlâkî çıtadır… Ben en azından sadece kendime karşı dürüst olacaktım… İnsan zihninin kendine oynadığı oyunlar, tam kelime anlamıyla müthiştir… Bunu en iyi bağımlılığı olan insanlar bilir… Bağımlı insanların, mesela sigarayı bıraktıklarında veya sigara içmeye devam etmek istediklerinde, kendilerine söyledikleri yalanları düşünün… mesela dünya barışı için sigara içmeye devam etmesi gerektiğini öyle bir anlatır ki!.. Veya sınava hazırlanan bir öğrencinin ders başına oturmadan önceki argümantasyon kompleksiliğini değme felsefecilerle karşılaştırın… Ben kıvırmayacaktım… Mazeret tedarik etmeyecek, aklamayacaktım… Safsata yapmayacak, zihinsel eğilimlerden kaçınacaktım… Verinin söylemeye imkân vermediği şeyi söylemeyecektim; ağzımdan veya zihnimden kaçarsa da derhal düzeltecektim… Veri ile tez arasındaki ilişkiye sürekli gözümü dikecektim… Bunca zaman sonra anlıyorum ki, bu ahlâk ve düşünüş, mücessem matematik ahlâkıydı…

Bir paragraf önce tanımlanan düşünme şeklini tamamen benimsemiş bir insanın, Türkiye toplumunda yaşayacağı sıkıntıyı hayâl bile edemezsiniz… Parasından altı sıfır atalı on yıldan fazla olmuş fakat hâlâ kuruş hesabını gündelik hayatta neredeyse kimsenin yapamadığı ve toplumunun ezici çoğunluğuna, daha doğru düzgün imlâ öğretememiş bir ülkede, öyle zamanlar olur ki, gündelik hayatı devam ettirmek imkânsız hâle gelir… Gödel’in “evrimin hezimetine uğramak” dediği hâl… İşte bu tip çileleri hiç olmazsa konuşabileceği dostlara sahib olmak, çoğu zaman bir yara sarma ameliyatıdır… Ki, onlara bu sözü de vermiş, eğer bu ilkelerden saparsam beni en şedit şekilde düzeltmeleri gerektiğini ihtar etmişimdir…

Biz bu yozluğun mamûlüyüz dedim… Fakat bu yozluğun, yatay değil de dikey bir şey olduğunu, bütün toplum katmanlarını, fikir kamplarını dikine kesen bir şey olduğunu fark etmek de ancak tecrübe ile mümkün… Bu, eğlencecilik ideolojisinin bugün temel tezlerinden biri olan “Türküyle, Kürdüyle, Çerkesiyle, Lazıyla bok gibi bir milletiz” şeklinde ucuz ve yüzeysel bir söylenme değildi… Bu yozluğun merkezine seyahat, insanları şuraya buraya savurur… Ki Türkiye tarihi bir savruluşlar tarihidir…

Ben kendimi matematikçi olarak görüyordum… Hep en bunaldığım zamanlarda, Hardy’yi de hatırlayarak, toplumsal meselelerin benim işim olmadığı, bu konunun uzmanlarının bu meselelerle ilgilenmesi gerektiğine kaçıyordum… Özellikle aksiyomatik kümeler teorisi, matematiksel sistemler, matematiğin temelleri, safsata ve zihinsel eğilimler gibi konulara doğru eğildikçe, toplumsal meselelerle matematik arasında (Snow’u şimdi hatırlamanın yeridir) su geçirmez bölmeler olmadığını, iki ayrık alandan bahsetmediğimizi idrak etmeye başladım… Gittikçe daha bütüncül bir görüşe varmaya başlamıştım…

İnsan en deneysel bilim yapma pratiğinde bile, bir takım varsayımlarla işe başlar… Mars’a koloni kurmak gibi salt bilimsel bir faaliyet bile Mars’a koloni kurulabileceğine inanmakla mümkündür… Çünkü bilgi, -son tecride- gerekçelendirilmiş inançtır… Batı’da Rönesans ile kendine gelmeye başlayan “insan”, bir müddet sonra, esasında sadece efendi değiştirdiğini fark etti… Çünkü sulta, sulta olduktan sonra, dayanağının fizik mi metafizik mi olduğu önemini yitirir… Ve 20. yy’da Heisenberg’in belirsizlik, Einstein’ın görelilik ve Gödel’in tamamlanmazlık teoremleri ile iş iyice içinden çıkılmaz bir hâl aldı… Evet, hisse karşı veri, bir üstünlüktür lâkin verinin ne kadar veri olduğu ve “anlamı” yine bir yorum meselesidir…

Türkiye yozluğunun sebeblerinden ve sonuçlarından biri de “Batı” düşmanlığıydı… “Batı”, artık onlar her kimlerse, her türlü kötülüğün kaynağıydı… Üstelik bu düşmanlık, yine yatay değil neredeyse bütün toplumsal kesimleri Kemalistler, İslâmcılar, milliyetçiler, solcular) dikey kesen bir şeydi… Nihayet damağımda kalan tat şudur: Cahil ve küstah Türkiye ahalisi, insanlık bakımından, sadece bilim ve teknolojide değil, ahlâk ve maneviyat, his ve fikir bakımından da “Batı”nın çok çok gerisindedir ve “Batı”dan hâlâ öğrenmesi gereken tonla şey vardır… Ve bence şu gayet nettir: “Batı” düşmanlığı ile “Batı” medeniyetini bilmek, Türkiye’de ahlâksızlık ile sıhhat arasındaki farktır… Türkiye, daha önce de defalarca belirttiğim gibi, ahlâkı kimin kimle seviştiğinden ötede bir şey olarak algılamadığı sürece, kendisi için yerin altının üstünden daha hayırlı olacağı bir ülke olarak kalmaya devam edecektir..

Bir önceki paragrafta, bütün Batı ibarelerinin tırnak içinde olduğu, dikkatten kaçmamış olabilir… Direkt söyleyeyim: Batı medeniyeti diye bir şeyin var olduğuna inanmadım, inanmıyorum… Ortadoğu diye kültürel veya politik bir kategori olduğuna da inanmıyorum… Ortadoğu bataklığı, Ortadoğululuk lâneti diye böğüren yarı okumuş, yüzü güya Batı’ya dönük genç hayvan sürülerinden nefretimi her zaman ifâde ettim… Bu tiplerden birine, “var mısın İngiliz usûlü yapalım… Bu tip bir avam kamarasına misalen Kürd beyleri de girer, meşayıh-ı kirâm da… Yok eğer illa elitizm diyorsan, Arabça, Farsça, Yunanca ve Lâtince’den en az ikisini düzgün konuşup yazamayan hiç kimse, mesela senin gibi hödükler idareci sınıfına giremez” demiştim…

Ahlâksızlığın temelinde biz ve onlar vardır… Ahlâkî rölativizm, ahlâkî çifte standart, bu ülkenin başına gelmiş en büyük faciadır ve Türkiye ahalisinin Batı düşmanlığı tam da bu iğrenç retorik üstünde şekillenir… Türkiye ahalisi için en büyük düşman onlar’dan çok biz hapishanesinin duvarını oyanlardır…

Medeniyet tarihinin bir döneminde (9-13. asırlar arası) insanlığın öncüsü, Müslüman dünya idi… Medeniyette, sanatta, bilimde, ticarette dünyanın en ileri coğrafyası İslâm coğrafyası idi… Kendi ışıklarını Yunan ve Hind’den aldıkları ile komplekssiz bir şekilde, Süryanî ve Farisîlerin de yardımıyla orijinalleştirip daha yukarıya taşıdılar… Bu bayrak, bugün, “Batı” denilen yere emanettir… O hikâyenin özeti bu kadardır… Ve neticede Doğu da Batı da Allah’a âittir…

Bizler, içinde elit kıvılcımı yaşatmaya çalışan insanlarız… Bir kuşak önce Niğde’nin bilmem ne köyünden kalkıp gelmiş ve İstanbul’da talihi yaver gidip parayı bulan taşralının bir süre sonra Boğaz’daki yalısına bilmem nereden kaç paraya bulduğu padişah fermanını asıp soyunun padişahın çizmecibaşısından geldiği iddiası gibi bir elitlikten bahsetmiyorum… Malûm, Türkiye’de aristokrasi yoktur… Öyleyse elitliğimizi bilgiyle, tefekkürle, çabayla, tavırla, ahlâkla biz kurmak zorundayız…

Bir Kızılderili hikâyesinde, “yüzlerimize bakın, bizler geride kalanlarız… Anlatacak hikâyemiz var” denir… Hikâyemizi yazmaya çalışıyoruz…

Salı, Şubat 21, 2017

ZİNCİRLİLERİN TRAGEDYASI


Zalimle savaşı emredene kadar Ebu Hanife’nin bütün içtihadlarına katlandık.

İmam-ı Âzam’ın güya ilmî muarızı/alternatifi olan usûl malûmatçısı Ebu Amr el-Evzâî’nin, arkasını Emevî sarayına vererek yaptığı bu cesur çıkış, artık şakanın bittiğinin, yani gerçekçiliğin kendince ihtarıdır. Lâkin Emevî sarayının da bir usûlü bulunmaktadır; arkasında durduğu kişiyi -ayağından da değil- boynundan sarayın muhkem bir sütununa zincirlemekte ve yararlılık nisbetinde çok çok zinciri uzatıp kısaltmaktadır. Peki Evzâî, İmam’ı belki de en iyi tanıyan kişi olarak bu destânî cesaretinin İmam’da bir karşılığının olmayacağını bilmez mi? Çok iyi bilir de, zaten bu cümle, İmam’a bir tenkitten öte saraya bir arz-ı ubudiyet maksadı taşımaktadır. Hem uslûbuna, yaramazlık eden bir çocuğa konuşur gibi bir hava vererek kendince bir statü belirliyor; hem saraya, öngörü üzerinden yararlılığını isbat ediyor; hem de ve en korkuncu, kimin zâlim olduğunun da farkında!.. Gelgelelim şu mezkûr malûmatçının, tarihin tozlu sayfalarında bile mikroskopla aranması gerekecek keyfiyetine karşılık İmam, dünya çapında imparatorluklar yıkan-kuran-yöneten fıkhı örüyordu; tıpkı şu anda da olduğu gibi… (Âyet meâli: Asla tasladığınız gibi bir büyüklüğe erişemeyeceksiniz!). Kendisine sorulsa, göz yumduğu zulmün devamına “istikrar”dan başka bir cevab üretemeyecek iken, acaba ilk bakışta Mekke’nin istikrarını pek de düşünüyor gözükmeyen Rasulullah’ın tavrına karşı Ebu Süfyan’a da bu türden bir mazeret hakkı tanıyor muydu? Belki de cevabı “evet” idi; lâkin yine yanılıyordu. Çünkü istikrar-penah Ebu Süfyan’ın ve adamlarının hükmü Mekke’yi çevreleyen dağları bile aşamazken, Rasulullah’ın adamları Konstantıniyye surlarını dövüyordu. Bu cümleyi okuduktan sonra, surları döven ordunun komutanının kimliği üzerinden zekice bir şey bulduğunu zannedecek olan ahmaklara da peşinen sormuş olalım ki; dedesinin yapamadığını torununa yaptıran şey, torunun hangi meziyetinden kaynaklanmaktaydı? Cevabınız sadece koca bir sükut olmak durumundadır; biz ise deriz ki, her türden şerefin ve izzetin tamamı elbette Rasulullah’a âittir.

***

Bir fiilin ahlâkî olduğunu bilip de ona uygun davranmayan kişi, ahlâkî olup olmadığını bilmeden ona uygun davranandan üstündür.

İlk plânda insanlara tuhaf gelebilecek bu hükümde Fârâbî’nin esas vurgulamak istediği şey “hürriyet”tir. Çünkü üstün olan insanın yaptığı şey bir tercihtir, diğerinin yaptığına ise asla bir tercih denmez; onunki sürükleniştir, bir denk geliş, fazlası değil… Dikkat etmek gerekir ki, burada bilip de uygun davranmamak övülmemektedir, sadece tercih ile taklidin kıyas edilemeyeceği belirtilmek istenir. İnsanoğlu, hayatı bütün şubeleriyle sadece taklit ederek yaşayabilir, ki zaman ve mekân farkı olmaksızın çoğunluğun yaptığı da budur. Hatta öyle ki, hemen her insanın çok iyi kullandığı anadilin kullanım hâliyle tamamı taklitle kazanılır. Bilmek-öğrenmek kelimelerini özellikle seçmedim, burada olan şey kullanmak-kazanmaktır. Taklit insanı pekâlâ yaşatır ve bu hâl yığınlara garib gelmez. Peki bu taklit imanda da geçerli midir? Eğer iman bir yönüyle tasdikse, ki öyledir, tasdik ancak bir tercihin olduğu yerde mevzubahistir. Tamamıyla iman ettiğini söyleyen bir çevreye doğan bir insandan kalabalıkların beklediği şey, onun da geleneğe uymasıdır. (Âyet meâli: Peki ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruya ulaşamaz kimseler idiyse?). Bir insanın tavrı eğer sadece taklitten ibaret ise, taklit ettiği şeyin hak veya bâtıl olması, o insan için bir şeyi değiştirmez. O her hâlükârda bâtıldadır; çünkü yığınların aksine Allah’ın kulundan beklediği şey tercihtir. Redde veya kabulde doğru tavır, taklitle kazanılanı mârifet ile tercihe yükseltmektedir. Aksi takdirde söylemek zorundayız ki, hiçten ancak hiç doğar.

***

İnsanoğlunun ayak çukurunun içbükey olması veya gözkapağında kirpikler bulunması, hayat için dinden daha gerekli olurdu, tâ ki insan için ne olursa olsun sadece hayatı sürdürmek tek gâye olsaydı ve o bunu tek başına da yapabilseydi.

Birtakım peşin kabul ve ezberlerle yaşandığı için hiç akla gelmeyen, hatta belki işe de gelmeyen, bir an durup da sorulmayan bir sorudur: “Neden sana inanmalı ve dediğini yapmalıyım ki? Ben böyle de pekâlâ işimi görebilmekteyim.” Ahiret ve hesap, bu sorunun tek cevabı olmamalıdır çünkü onlar da bizzat birer iman davetidir. Açık bir ölçüdür ki, bir şey kendisine delil olamaz. Size “İnan” diyenle, bu yapacağınız faaliyetin sebebini “Çünkü ahiret var” diye açıklayan aynı kaynaksa, nereye kadar o kaynağın dediklerini yapacağınız sorusu doğar. Öyle ya, madem ki dediklerini delillendirmesi gerekmemektedir, sizden her şeyi isteyebilir. Ayrıca durum buysa, Firavun’a itaati nasıl tenkit edebiliriz ki, hem de Firavun’un nimeti ve gazabı çok daha peşinken?

Şüphesiz insana ulaşan şey isterse Kur’an âyeti olsun, neticede onun için bir haberdir ve haber ister istemez bir süzgeçten geçer. Farz-ı muhal, elinize kapağında Kur’an olduğunu beyan eden bir kitab geçtiğinde; içinde fıtrata mugayir, meselâ tırnakları kesmemek gerektiği, mahremiyetin olmayacağı, su içmenin haram olduğu gibi hükümler gördüğünüzde bu kitabı reddedecek tek sebebinizin, daha önce gördüğünüz Kur’anlara benzemiyor olmasından fazla bir şey olması gerekmez mi? Eğer bütün hakikatler ancak ve ancak nakilden öğrenilecekse, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini neden tenkit etmektedir ki bu kitab, o insanların elinde Kur’an mı vardı ki bunun yanlış bir fiil olduğunu bilebilsinler? Demek insanda bir şey vardır ki, doğru ve yanlışı onunla ayırtedebiliyor olsun. Ancak bu şeyin varlığıdır ki, insanı bir yere çağıran herkese onu da tatmin etme mükellefiyeti yüklemektedir. Bu şeyin ismi akıldır ve sadece hürlerde doğru çalışır.

Baştaki sözde İbn Sînâ’nın yaptığı da budur; davetin gerekliliğinin isbatı… İnsanoğlu bir canlı türü olarak, tabiatta olduğu gibi varolamaz. Ne bir kürkü vardır, onu sıcaktan ve soğuktan koruyabilsin; ne dişleri ve tırnakları avlanmaya müsaittir; ne de sindirim sistemi çiğ eti sindirebilmektedir. Aklen vâcibdir ki bu tür, bir topluluk ile beraber yaşamak ve ihtiyaçları paylaşmak zorundadır. İşte bu mecburiyettir ki aralarındaki ilişkiyi bir hukuk ile belirlemek ihtiyacını doğurmuştur. Bu hukukun ise insanların üstünde bir değerden doğması gerektiği de aklî bir zorunluluktur. Aksi takdirde, lehlerine olanı hak, aleyhlerine olanı zulüm olarak görecek ve organizasyonu buna göre kuracaklardır. Böyle bir topluluk ise yok olmaya mahkûmdur. Akla şöyle bir soru gelebilir, bugün yaşayagelen topluluklar nasıl varolmaktadır? Cevabı basittir; çelişki ile… Eğer tek meşruiyet halkın çoğunluğunun istediği ise neden bazı gereklilikler halka sorulmamakta ve onlar mutlak kabul edilmektedir? Bazı şeylerin mutlak kabul edilmesi bugünkü anlayışın vaz’ettiği ilkelerle çelişki hâlindedir ve onları yaşatan da budur.

İnsanı hür kılacak olan, davetin bir bâsiret ile olması ve davet edilenin de buna tercih olarak katılmasıdır. Yoksa iş sadece; “sen gel bize sürüklen, fazla düşünme, soru da sorma, sadece sürüklen, biz sana sosyal statü de sağlarız, hem karnın doyar hem cennet de cebinde olur, daha ne istersin” anlayışına döner. Böyle bir topluluğun ise oluşturabileceği tek manzara; idâre edenlerin nefsî hazlara köle fakat onları yerine getirmekte görece hür, idare edilenlerin ise bir gün kendilerinin de bu açıdan hür olabileceği umudunun sürekli taze tutulduğu, artık birbirine dolanmış zincirlerle dolu hazin bir tablodur. Devletinden hukukuna, ailesinden tarîkatına, böyle olmadı mı?

***

Cânan gide rindân dağıla mey ola rîzan
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde

Ziyâ Paşa’yı anmadan geçemedik. Aşağı yukarı tablosunu çizmeye çalıştığımız bu yığınların, şimdi yine kritik bir seçimin önünde olduğu söyleniyor. Kendisini dayatan gerçek derdi perdelemek için başka ve doğrudan ilgili olmayan dertleri hâlletme yoluna gitmekte hayret edilecek bir şey yoktur. Maalesef insanların kendilerinden başlayarak her yere uyguladığı bir faaliyettir. Sanki ülkenin gerçek derdi sistem teferruatları imiş gibi, bir kesim tarafından bütün ümit buraya bağlanmakta, bir diğer kesim tarafından ise bütün cehd ü gayret bunu engellemeye harcanmaktadır. Referandumdan onay çıksa suç oranı mı düşecektir, fazilet ve ilim mi artacak, adalet mi hâkim olacaktır; yoksa tüm bunlar onay çıkmadığı durumda mı olacaktır veyahut şu an vardır da onay çıkınca mı kaybedilecektir? Neden doğru soruları sormazsınız? Ben olsam; desteğine dini sebeb gösterene, din görünümlülerin iktidarı sürsün diye dinden verebilecekleri tavizin üst limitini sorardım. Muhalefetini sistem teferruatının değişmesine bağlayana ise, şu ana kadar eski sistemdeyken neden muhalefet ettiğini… Bir de bu iki kesim, kabulünü ve reddini üst bir ideale bağlıymış gibi göstermeye yeltenmez mi, gerçek insanın çatlayası gelir. Yahu bir an için rollerin değiştiğini varsayalım, iktidar ile muhalefetin… Şimdi kabul tavrında olanların, madem mevzu kişi değil sistemdir, aday karşı cenahtan da olsa yine kabul vermeleri gerekmez miydi? Soruya aynıyla şimdi red tavrında olanlar da muhatabdır; öyle bir durumda, madem mevzu kişi değil sistemdir, aynı cenahta bulundukları adaya da red diyecekler miydi? Bu türden bir, sese doğru yürüyen zombi sürüklenişine “tercih” diyebilmek için nasıl bir körlük ile imtihan ediliyor olmalıdır insan?

Zincirlilerin kavgasında, bir tarafın en şahini olan bir zât-ı muhteremin darbe girişimi gecesini, komşu bir ülkeden iniş izni alamadığı için havada geçirmiş bulunduğunu havayollarından üst düzey birine bizzat doğrulattım. Sonra mevkiinden de alındı zaten ama çevrede dolanmaya devam ediyor. Yakın zamanda ise daha mevkili biri kürsüden, üç vakit öncesine kadar en acı sözlerle saldırdıkları siyasî partinin hareketini yapıyordu. Bu zât-ı muhteremin ise neden aynı kürsüde istavroz çıkarmadığına, Hıristiyan vatandaşların seçmen sayısının bir şeyi değiştirecek kemmiyette olmamasından başka makul bir cevab verebilmek mümkün değildir. Madem durum budur ve madem herkes tarafından da böyle olduğu bilinir, bütün iktidar kuvvetiyle meclis kürsüsünden savrulan bir cümleye, Bedir Savaşı’nı gölgede bırakacak bir destan muamelesi yapmaya hacet nedir? Korkunç ihtimâl ise, bu süslemenin sadece milleti kandırmak için yapılmadığı, kendi aralarında da aynı şekilde konuşanların bulunduğu ihtimâlidir. Boşuna denilmemiştir; faziletlileri öldürün ki ahlâk kurtulsun!     

***

Ve yalnız ben... Gözlerim, sökmeye yakın şafak aydınlığını seyre hazır, o olağanüstülüğü bekliyorum. Olağanüstülük? Ömrümün bütün girinti ve çıkıntılarını kendisine mahsus bildiğim büyük zuhur... Muazzam bir İslâmî zuhur... Başıma ne geldiyse bu yüzden…

Der Salih Mirzabeyoğlu… Sadece kendi hasis ömürleri boyunca değil, nesiller boyunca genlerine zincirli olmak işlemişlerin, balta ile üzerlerine doğru gelen bir “Zincirkıran”a kucak açmaları beklenmez. Ki zincirlilerin indinde, baltanın zincirlerine inme ihtimâli, boyunlarına inme ihtimâlinden daha korkunçtur ve bu anlaşılabilirdir. Benim anlamadığım ve esas merak ettiğim ise; fikir sahibine mensubiyet iddiası ile bir fikir sahibi olduğunu vehmedenlerin, bu zuhurun gerçekleştiğini mi yoksa bekleyenin meğer sadece bir kişi olmadığını mı düşündükleri? Mensubiyet iddiası devam ettikçe burada bu ikisinden başka mümkün bir cevab yoktur. Ve eğer cevab bir kere daha sükut ise, zincire bir nevi zorla maruz kalan yığınların yanında, hür olmak için bunca imkâna rağmen boynunu zincire uzatanlara ne isim verilmelidir?

Harun Reşid döneminde bir adam “ben Peygamberim!” der, dolaşırmış çarşıda pazarda… Huzura çıkardıklarında Sultan bakmış adamın hâli perişan, sormuş:

- Sen Peygamber misin?
- Evet.

Sultan bu adamın sarayın mutfağına yerleştirilmesini ve dilediği gibi yiyip içmesini emretmiş. Bir müddet sonra tekrar çağırmış, adamın keyfi yerinde… Yine sormuş:

- Sen Peygamber misin?
- Evet.
- Sana vahiy de geliyor mu?
- Geliyor.
- Ne diyor vahiyde?
- Bulunduğum yeri terketmemem emrediliyor Hünkârım.

Sultan’ın eski bendesi, sahte Peygamber’in ise az evvele kadar ki yeni bağlısı olan ve şimdi bu durum karşısında bir kere daha (üç mü oldu?) dönmek zorunda kalacak olan “fikir sahibleri”ne Sultan ne etti bilinmez. Lâkin Sultan’a “Hünkârım” diyen sahte Peygamber’in en büyük öfkeyi, bu mezkur “büyük siyasetçiler”den göreceği kesindir.