Zalimle
savaşı emredene kadar Ebu Hanife’nin bütün içtihadlarına katlandık.
İmam-ı Âzam’ın güya ilmî muarızı/alternatifi olan
usûl malûmatçısı Ebu Amr el-Evzâî’nin, arkasını Emevî sarayına vererek yaptığı
bu cesur çıkış, artık şakanın bittiğinin, yani gerçekçiliğin kendince
ihtarıdır. Lâkin Emevî sarayının da bir usûlü bulunmaktadır; arkasında durduğu
kişiyi -ayağından da değil- boynundan sarayın muhkem bir sütununa zincirlemekte
ve yararlılık nisbetinde çok çok zinciri uzatıp kısaltmaktadır. Peki Evzâî,
İmam’ı belki de en iyi tanıyan kişi olarak bu destânî cesaretinin İmam’da bir
karşılığının olmayacağını bilmez mi? Çok iyi bilir de, zaten bu cümle, İmam’a
bir tenkitten öte saraya bir arz-ı ubudiyet maksadı taşımaktadır. Hem uslûbuna,
yaramazlık eden bir çocuğa konuşur gibi bir hava vererek kendince bir statü
belirliyor; hem saraya, öngörü üzerinden yararlılığını isbat ediyor; hem de ve
en korkuncu, kimin zâlim olduğunun da farkında!.. Gelgelelim şu mezkûr
malûmatçının, tarihin tozlu sayfalarında bile mikroskopla aranması gerekecek
keyfiyetine karşılık İmam, dünya çapında imparatorluklar yıkan-kuran-yöneten
fıkhı örüyordu; tıpkı şu anda da olduğu gibi… (Âyet meâli: Asla tasladığınız gibi bir büyüklüğe erişemeyeceksiniz!).
Kendisine sorulsa, göz yumduğu zulmün devamına “istikrar”dan başka bir cevab
üretemeyecek iken, acaba ilk bakışta Mekke’nin istikrarını pek de düşünüyor
gözükmeyen Rasulullah’ın tavrına karşı Ebu Süfyan’a da bu türden bir mazeret
hakkı tanıyor muydu? Belki de cevabı “evet” idi; lâkin yine yanılıyordu. Çünkü
istikrar-penah Ebu Süfyan’ın ve adamlarının hükmü Mekke’yi çevreleyen dağları
bile aşamazken, Rasulullah’ın adamları Konstantıniyye surlarını dövüyordu. Bu
cümleyi okuduktan sonra, surları döven ordunun komutanının kimliği üzerinden
zekice bir şey bulduğunu zannedecek olan ahmaklara da peşinen sormuş olalım ki;
dedesinin yapamadığını torununa yaptıran şey, torunun hangi meziyetinden
kaynaklanmaktaydı? Cevabınız sadece koca bir sükut olmak durumundadır; biz ise
deriz ki, her türden şerefin ve izzetin tamamı elbette Rasulullah’a âittir.
***
Bir
fiilin ahlâkî olduğunu bilip de ona uygun davranmayan kişi, ahlâkî olup
olmadığını bilmeden ona uygun davranandan üstündür.
İlk plânda insanlara tuhaf gelebilecek bu hükümde
Fârâbî’nin esas vurgulamak istediği şey “hürriyet”tir. Çünkü üstün olan insanın
yaptığı şey bir tercihtir, diğerinin yaptığına ise asla bir tercih denmez;
onunki sürükleniştir, bir denk geliş, fazlası değil… Dikkat etmek gerekir ki,
burada bilip de uygun davranmamak övülmemektedir, sadece tercih ile taklidin
kıyas edilemeyeceği belirtilmek istenir. İnsanoğlu, hayatı bütün şubeleriyle
sadece taklit ederek yaşayabilir, ki zaman ve mekân farkı olmaksızın çoğunluğun
yaptığı da budur. Hatta öyle ki, hemen her insanın çok iyi kullandığı anadilin
kullanım hâliyle tamamı taklitle kazanılır. Bilmek-öğrenmek kelimelerini
özellikle seçmedim, burada olan şey kullanmak-kazanmaktır. Taklit insanı pekâlâ
yaşatır ve bu hâl yığınlara garib gelmez. Peki bu taklit imanda da geçerli
midir? Eğer iman bir yönüyle tasdikse, ki öyledir, tasdik ancak bir tercihin
olduğu yerde mevzubahistir. Tamamıyla iman ettiğini söyleyen bir çevreye doğan
bir insandan kalabalıkların beklediği şey, onun da geleneğe uymasıdır. (Âyet meâli: Peki ya ataları bir şeye akıl
erdiremez ve doğruya ulaşamaz kimseler idiyse?). Bir insanın tavrı eğer
sadece taklitten ibaret ise, taklit ettiği şeyin hak veya bâtıl olması, o insan
için bir şeyi değiştirmez. O her hâlükârda bâtıldadır; çünkü yığınların aksine
Allah’ın kulundan beklediği şey tercihtir. Redde veya kabulde doğru tavır,
taklitle kazanılanı mârifet ile tercihe yükseltmektedir. Aksi takdirde söylemek
zorundayız ki, hiçten ancak hiç doğar.
***
İnsanoğlunun
ayak çukurunun içbükey olması veya gözkapağında kirpikler bulunması, hayat için
dinden daha gerekli olurdu, tâ ki insan için ne olursa olsun sadece hayatı
sürdürmek tek gâye olsaydı ve o bunu tek başına da yapabilseydi.
Birtakım peşin kabul ve ezberlerle yaşandığı için
hiç akla gelmeyen, hatta belki işe de gelmeyen, bir an durup da sorulmayan bir
sorudur: “Neden sana inanmalı ve dediğini yapmalıyım ki? Ben böyle de pekâlâ
işimi görebilmekteyim.” Ahiret ve hesap, bu sorunun tek cevabı olmamalıdır
çünkü onlar da bizzat birer iman davetidir. Açık bir ölçüdür ki, bir şey
kendisine delil olamaz. Size “İnan” diyenle, bu yapacağınız faaliyetin sebebini
“Çünkü ahiret var” diye açıklayan aynı kaynaksa, nereye kadar o kaynağın
dediklerini yapacağınız sorusu doğar. Öyle ya, madem ki dediklerini
delillendirmesi gerekmemektedir, sizden her şeyi isteyebilir. Ayrıca durum
buysa, Firavun’a itaati nasıl tenkit edebiliriz ki, hem de Firavun’un nimeti ve
gazabı çok daha peşinken?
Şüphesiz insana ulaşan şey isterse Kur’an âyeti
olsun, neticede onun için bir haberdir ve haber ister istemez bir süzgeçten
geçer. Farz-ı muhal, elinize kapağında Kur’an olduğunu beyan eden bir kitab
geçtiğinde; içinde fıtrata mugayir, meselâ tırnakları kesmemek gerektiği,
mahremiyetin olmayacağı, su içmenin haram olduğu gibi hükümler gördüğünüzde bu
kitabı reddedecek tek sebebinizin, daha önce gördüğünüz Kur’anlara benzemiyor
olmasından fazla bir şey olması gerekmez mi? Eğer bütün hakikatler ancak ve
ancak nakilden öğrenilecekse, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini
neden tenkit etmektedir ki bu kitab, o insanların elinde Kur’an mı vardı ki
bunun yanlış bir fiil olduğunu bilebilsinler? Demek insanda bir şey vardır ki,
doğru ve yanlışı onunla ayırtedebiliyor olsun. Ancak bu şeyin varlığıdır ki,
insanı bir yere çağıran herkese onu da tatmin etme mükellefiyeti yüklemektedir.
Bu şeyin ismi akıldır ve sadece hürlerde doğru çalışır.
Baştaki sözde İbn Sînâ’nın yaptığı da budur; davetin
gerekliliğinin isbatı… İnsanoğlu bir canlı türü olarak, tabiatta olduğu gibi
varolamaz. Ne bir kürkü vardır, onu sıcaktan ve soğuktan koruyabilsin; ne
dişleri ve tırnakları avlanmaya müsaittir; ne de sindirim sistemi çiğ eti
sindirebilmektedir. Aklen vâcibdir ki bu tür, bir topluluk ile beraber yaşamak
ve ihtiyaçları paylaşmak zorundadır. İşte bu mecburiyettir ki aralarındaki
ilişkiyi bir hukuk ile belirlemek ihtiyacını doğurmuştur. Bu hukukun ise
insanların üstünde bir değerden doğması gerektiği de aklî bir zorunluluktur.
Aksi takdirde, lehlerine olanı hak, aleyhlerine olanı zulüm olarak görecek ve organizasyonu
buna göre kuracaklardır. Böyle bir topluluk ise yok olmaya mahkûmdur. Akla
şöyle bir soru gelebilir, bugün yaşayagelen topluluklar nasıl varolmaktadır?
Cevabı basittir; çelişki ile… Eğer tek meşruiyet halkın çoğunluğunun istediği
ise neden bazı gereklilikler halka sorulmamakta ve onlar mutlak kabul
edilmektedir? Bazı şeylerin mutlak kabul edilmesi bugünkü anlayışın vaz’ettiği
ilkelerle çelişki hâlindedir ve onları yaşatan da budur.
İnsanı hür kılacak olan, davetin bir bâsiret ile
olması ve davet edilenin de buna tercih olarak katılmasıdır. Yoksa iş sadece;
“sen gel bize sürüklen, fazla düşünme, soru da sorma, sadece sürüklen, biz sana
sosyal statü de sağlarız, hem karnın doyar hem cennet de cebinde olur, daha ne
istersin” anlayışına döner. Böyle bir topluluğun ise oluşturabileceği tek
manzara; idâre edenlerin nefsî hazlara köle fakat onları yerine getirmekte
görece hür, idare edilenlerin ise bir gün kendilerinin de bu açıdan hür
olabileceği umudunun sürekli taze tutulduğu, artık birbirine dolanmış
zincirlerle dolu hazin bir tablodur. Devletinden hukukuna, ailesinden tarîkatına,
böyle olmadı mı?
***
Cânan gide rindân dağıla mey ola
rîzan
Böyle gecenin hayr umulur mu
seherinde
Seyretti havâ üzre denir taht-ı
Süleyman
Ol
saltanatın yeller eser şimdi yerinde
Ziyâ Paşa’yı anmadan geçemedik. Aşağı yukarı
tablosunu çizmeye çalıştığımız bu yığınların, şimdi yine kritik bir seçimin
önünde olduğu söyleniyor. Kendisini dayatan gerçek derdi perdelemek için başka
ve doğrudan ilgili olmayan dertleri hâlletme yoluna gitmekte hayret edilecek
bir şey yoktur. Maalesef insanların kendilerinden başlayarak her yere
uyguladığı bir faaliyettir. Sanki ülkenin gerçek derdi sistem teferruatları
imiş gibi, bir kesim tarafından bütün ümit buraya bağlanmakta, bir diğer kesim
tarafından ise bütün cehd ü gayret bunu engellemeye harcanmaktadır.
Referandumdan onay çıksa suç oranı mı düşecektir, fazilet ve ilim mi artacak,
adalet mi hâkim olacaktır; yoksa tüm bunlar onay çıkmadığı durumda mı olacaktır
veyahut şu an vardır da onay çıkınca mı kaybedilecektir? Neden doğru soruları
sormazsınız? Ben olsam; desteğine dini sebeb gösterene, din görünümlülerin
iktidarı sürsün diye dinden verebilecekleri tavizin üst limitini sorardım.
Muhalefetini sistem teferruatının değişmesine bağlayana ise, şu ana kadar eski
sistemdeyken neden muhalefet ettiğini… Bir de bu iki kesim, kabulünü ve reddini
üst bir ideale bağlıymış gibi göstermeye yeltenmez mi, gerçek insanın çatlayası
gelir. Yahu bir an için rollerin değiştiğini varsayalım, iktidar ile muhalefetin…
Şimdi kabul tavrında olanların, madem mevzu kişi değil sistemdir, aday karşı
cenahtan da olsa yine kabul vermeleri gerekmez miydi? Soruya aynıyla şimdi red
tavrında olanlar da muhatabdır; öyle bir durumda, madem mevzu kişi değil
sistemdir, aynı cenahta bulundukları adaya da red diyecekler miydi? Bu türden
bir, sese doğru yürüyen zombi sürüklenişine “tercih” diyebilmek için nasıl bir
körlük ile imtihan ediliyor olmalıdır insan?
Zincirlilerin kavgasında, bir tarafın en şahini olan
bir zât-ı muhteremin darbe girişimi gecesini, komşu bir ülkeden iniş izni
alamadığı için havada geçirmiş bulunduğunu havayollarından üst düzey birine
bizzat doğrulattım. Sonra mevkiinden de alındı zaten ama çevrede dolanmaya devam
ediyor. Yakın zamanda ise daha mevkili biri kürsüden, üç vakit öncesine kadar
en acı sözlerle saldırdıkları siyasî partinin hareketini yapıyordu. Bu zât-ı
muhteremin ise neden aynı kürsüde istavroz çıkarmadığına, Hıristiyan
vatandaşların seçmen sayısının bir şeyi değiştirecek kemmiyette olmamasından başka
makul bir cevab verebilmek mümkün değildir. Madem durum budur ve madem herkes
tarafından da böyle olduğu bilinir, bütün iktidar kuvvetiyle meclis kürsüsünden
savrulan bir cümleye, Bedir Savaşı’nı gölgede bırakacak bir destan muamelesi
yapmaya hacet nedir? Korkunç ihtimâl ise, bu süslemenin sadece milleti
kandırmak için yapılmadığı, kendi aralarında da aynı şekilde konuşanların
bulunduğu ihtimâlidir. Boşuna denilmemiştir; faziletlileri öldürün ki ahlâk
kurtulsun!
***
Ve
yalnız ben... Gözlerim, sökmeye yakın şafak aydınlığını seyre hazır, o
olağanüstülüğü bekliyorum. Olağanüstülük? Ömrümün bütün girinti ve
çıkıntılarını kendisine mahsus bildiğim büyük zuhur... Muazzam bir İslâmî
zuhur... Başıma ne geldiyse bu yüzden…
Der Salih Mirzabeyoğlu… Sadece kendi hasis ömürleri
boyunca değil, nesiller boyunca genlerine zincirli olmak işlemişlerin, balta
ile üzerlerine doğru gelen bir “Zincirkıran”a kucak açmaları beklenmez. Ki
zincirlilerin indinde, baltanın zincirlerine inme ihtimâli, boyunlarına inme
ihtimâlinden daha korkunçtur ve bu anlaşılabilirdir. Benim anlamadığım ve esas
merak ettiğim ise; fikir sahibine mensubiyet iddiası ile bir fikir sahibi
olduğunu vehmedenlerin, bu zuhurun gerçekleştiğini mi yoksa bekleyenin meğer
sadece bir kişi olmadığını mı düşündükleri? Mensubiyet iddiası devam ettikçe
burada bu ikisinden başka mümkün bir cevab yoktur. Ve eğer cevab bir kere daha
sükut ise, zincire bir nevi zorla maruz kalan yığınların yanında, hür olmak
için bunca imkâna rağmen boynunu zincire uzatanlara ne isim verilmelidir?
Harun Reşid döneminde bir adam “ben Peygamberim!”
der, dolaşırmış çarşıda pazarda… Huzura çıkardıklarında Sultan bakmış adamın
hâli perişan, sormuş:
-
Sen Peygamber misin?
- Evet.
Sultan bu adamın sarayın mutfağına yerleştirilmesini
ve dilediği gibi yiyip içmesini emretmiş. Bir müddet sonra tekrar çağırmış,
adamın keyfi yerinde… Yine sormuş:
-
Sen Peygamber misin?
-
Evet.
-
Sana vahiy de geliyor mu?
-
Geliyor.
-
Ne diyor vahiyde?
- Bulunduğum yeri terketmemem emrediliyor Hünkârım.
Sultan’ın eski bendesi, sahte Peygamber’in ise az
evvele kadar ki yeni bağlısı olan ve şimdi bu durum karşısında bir kere daha (üç
mü oldu?) dönmek zorunda kalacak olan “fikir sahibleri”ne Sultan ne etti
bilinmez. Lâkin Sultan’a “Hünkârım” diyen sahte Peygamber’in en büyük öfkeyi,
bu mezkur “büyük siyasetçiler”den göreceği kesindir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder