İBN
SÎNÂ’NIN MEZHEBİ
Mukaddime
Miladî 980’de dünyaya gelen İbn Sînâ’dan çok daha az
öneme sahip Müslüman âlimler sözkonusu olduğunda uzun süre önce çözüme
kavuşturulmuş hususlar, vefâtının üzerinden yine 980 sene geçmiş bulunduğu şu
zaman dilimine kadar kendisi hakkında nâdiren ciddi bir seviyede ele
alınmıştır. Mevzuya, gerek Müslümanlar gerekse gayrimüslimler tarafından büyük
oranda yanlış istidlallere dayanan desteksiz ifâde ve iddialar, hatta kimi
zaman da gerçeklerin kasıtlı olarak çarpıtılması ile yaklaşılmıştır. Elbette bu
indî ve tarafgir tarzda ele alınışın sebeplerinin başında, dünya ilim ve
felsefe tarihindeki tartışılmaz yerinin geldiği söylenebilir. Bu makam, ister
istemez ya hayranlıktan doğan çarpıtmayı ya da hased sebebiyle düşmanlaştırmayı
cezbedici olmuştur. Serüven, kendilerinden olmadığı kesin olan anlayış
sahiplerinin taarruzu, kendilerinden olmasını binde bir de olsa bir ihtimâl
olarak görenlerin ise sahiplenmesi şeklinde ilerlemiştir.
Bununla birlikte, bu makalenin gâyesi, İbn Sînâ’nın
doğuda-batıda hâlen tartışılagelmesinde, hakkında yapılan çarpıtmalarda ve
İslâm geleneğinde O’nu şiddetle tenkit edenlerin gözünde, mensub olduğu
mezhebin ne derece rol oynadığını araştırmaktır. Esasında bu makale, “Cihet-i
Vahdet - İslâm’a Muhatab Anlayış Sürekliliği Çerçevesinde İmâm-ı Âzam’dan Salih
Mirzabeyoğlu’na Hanefî Siyâset Ahlâkı” isimli bir başka makalenin içinde bir
bölüm olarak düşünülmüştü. Lâkin mevzunun hassasiyeti ve davet ettiği hacim ile
beraber, İmâm Gazâlî’nin tenkitlerini diğerlerinden ayırma gerekliliği böyle
bir sıralamayı mecbur bıraktı. Nasib olursa İmâm Gazâlî meselesi bu bölümü, ana
makale de İmâm Gazâlî’yi takip edecektir. Hatadan, ayak kaymasından, illet ve
sebeblere dayanmasından dolayı bulanması mümkün fikirlerden Allah’a sığınırım.
Fikrim beni yorarsa âcizlik benim şânımdır, doğru yolda yürütmeyi lütfederse
inâyet ve kerem O’nun şânıdır.
İlk
Makale
Mukaddimede bahsi geçen tahrifat, en belirgin ve
etkili biçimde İbn Sînâ'nın hangi mezhebe mensub olduğu meselesinde kendisini
göstermiştir. Bu noktada ifade etmek gerekir ki, bizâtihî fıkhî mezheb meselesi
eğer muamelat ve ibâdat çerçevesinde değerlendiriliyorsa, aslında İbn Sînâ'nın
hayatı ve eserlerini doğru bir şekilde anlamak açısından herhangi bir önemi
hâiz değildir; çünkü O'nun felsefî ve ilmî faaliyetleri, bu mânâdaki mezheb
farklılıklarının ciddi bir rol oynayabileceğinden çok daha üst bir seviyededir.
Yine de bu mesele şu sebebten dolayı ele alınmak durumundadır: İbn Sînâ'nın
mensub olduğu mezheb, ibâdat ve muamelatın şekillerine dair hükümler ihtiva
etmekle birlikte esasında bir ilah, âlem ve insan tasavvuru vazetmektedir.
Dolayısıyla, ilim adamlarının İbn Sînâ'nın mezhebi konusunda aşağıda
örneklendireceğimiz türden ifadelere dayanmak sûretiyle sahip oldukları izlenim,
hakikatmiş gibi ileri sürülmekte ve bu, nâdiren farkına varılan ve/veya
bilinçli bir şekilde kabul edilen ve O'nun hayatı ve eserlerini anlayıp
yorumlama yolunu çarpıtan bir filtre meydana getirmektedir.
İbn Sînâ hakkında yapılan tahrifatın en eski misâllerinden
birisi Beyhakî1 tarafından gerçekleştirilmiş ve sözkonusu çarpıtma
sonraki nesillerde büyük bir takipçi kitlesine kavuşmuştur. Babası ve erkek
kardeşinin bir İsmâilî Dâî’nin2 görüşlerini kabul ettiklerine dair
meşhur hâdiseyle ilgili olarak İbn Sînâ şunları söylemektedir:
Babam,
Mısırlıların propagandasını yapan kimseye kulak verenlerdendi ve İsmâilî olduğu
kabul edilirdi. Bu kimselerden, onların söylediği ve ortaya koyduğu şekliyle,
nefs ve akıl hakkında bazı şeyler dinlemişti. Erkek kardeşimin de durumu bu
şekildeydi. Onlar bazen kendi aralarında bu konuları görüşürken, ben de onları
dinler ve onların söylediklerini anlardım, ancak nefsim bunları kabul etmezdi.
Felsefe, geometri ve Hint aritmetiğini dillerinden hiç düşürmemek sûretiyle
beni İsmâilî öğretiye çağırmaya başladılar.3
"Tetimmetü Sıvânü’l-Hikme" isimli eserinde mezkûr
otobiyografiyi üçüncü tekil ağzıyla yeni bir şekle sokan ve o metni nisbeten
sadâkatle takip eden Beyhakî, bütün bu paragrafı yazdıktan sonra altına şu
eklemeyi yapmıştır:
Babası
Resâilu İhvâni’s-Safâ’yı4 mütâlaa edip üzerinde düşünmeyi
âdet hâline getirmişti ve İbn Sînâ da bazen bu eser üzerinde düşünürdü.
Beyhakî bu ayrıntıyı bir başka kaynağa bağlıyor
değildir, çünkü böyle bir kaynak yoktur. İbn Sînâ hayatının hiçbir döneminde ve
hiçbir yerde “Resâil” üzerine düşündüğünü söylememiştir. Ayrıca otobiyografi
dışında bu ayrıntıyı Beyhakî’ye verebilecek başka bir kaynak da bulunmamaktadır,
elbette rüyâ ise başka… Dolayısıyla Beyhakî’nin bu ifâdesi, İbn Sînâ’nın
sözlerinden yapılan keyfî bir istidlal olarak karşımıza çıkmaktadır ve
nihâyetinde Şeyhu’r Reîs’in düşüncesinin kaynaklarını anlamada ciddi
problemleri beraberinde getirmiştir. Yine aynı konuda Beyhakî’nin ifâdesinin
daha yeni ve üstelik daha geniş bir okur kitlesine hitâb eden bir eserde yer
alması sebebiyle daha zararlı bir versiyonu Mâcid Fahri’nin İslâm Felsefe
Tarihi’ndedir:
Görünen
o ki, Aristoteles ve Yunanlı şârihlerin eserleri dışında İbn Sînâ’nın
düşüncesini şekillendiren iki temel tesir, İhvân-ı Safâ Risâleleri ile
Fârâbî’nin eserlerine âittir. (…) On ikinci yüzyıl tarihçisi Beyhakî’nin,
babası gibi İbn Sînâ’nın da İhvân-ı Safâ Risâleleri’ni okuma alışkanlığına
sahip olduğu gerçeğine işaret etmesi anlamlıdır.
İbn Sînâ’nın Büveyhî ve Kâkûyîlerin, yani İsnâaşerî
prenslerin hizmetinde bulunması sebebiyle bir İsnâaşerî Şiî’si5
olduğu iddiasını ise ileri süren ilk kişi, Şiîlerin “şehîd-i sâlis”i
Şüşterî’dir. Büveyhîlerin din konusunda, tâbiri câizse liberal politikalar
izledikleri harc-ı âlem bir bilgi olduğundan, bu iddianın sadece bu açıdan bile
geçersiz olduğuna hükmedilmelidir. Diğer taraftan bu iddia, İbn Sînâ’nın bir
Şiî hükümdarının hizmetine ilk defa kırk yaşından sonra Rey’de, Mecdüddevle’nin
sarayında girdiği gerçeğini tamamen gözardı etmesi sebebiyle de hükümsüzdür.
Mamafih sözkonusu iddia, daha büyük bir yaygınlığa sahip bir başka İslâmî
felsefe tarihi çalışmasında, müsteşrik Henry Corbin’in eserinde çok daha büyük
bir tahrifata yol açacak şekilde ve dikkat edilirse “ne koparsam kâr!”
yaklaşımıyla tekrar ortaya çıkmıştır:
İbn
Sînâ İsmâilî Şiîliği reddetmiş olsa da, Şiî olan Hemedan ve İsfahan
hükümdarları katında gördüğü iyi kabulün derecesi, hiç değilse onun İsnâaşerî
Şiîliği’ne mensub olduğu sonucuna varmamıza imkân vermektedir.
İbn Sînâ otobiyografide, henüz çocuk yaşlarda iken
İsmail ez-Zâhid isimli bir âlimden fıkıh ilmi tahsil ettiğini söylemektedir. Bu
âlimin bir mezhebe mensub olduğu ve İbn Sînâ’ya da bu
mezhebin anlayışını aktardığı açıktır. Ayrıca İbn Sînâ, on beş yaşlarında iken
fakihlerin tartışmalarına katılmayı âdet hâline getirdiğini belirtmiştir.
Şüphesiz İbn Sînâ’nın katıldığı bu tartışmalar, belirli bir görüş ve usûl
etrafında gerçekleşmiştir ve kendisi de bu görüş ve usûller konusunda mâhirdir.
Eğer bu âlimlerin farklı bir mezhebe mensub olabileceği varsayılırsa -ki bu
varsayım, makalenin devamında devre dışı kalacaktır- bu durumda da İbn Sînâ’nın
o meclise hocasının ve kendisinin mensub olduğu mezhebi temsilen oturmuş olduğu
söylenmelidir. En önemli husus ise, İbn Sînâ’nın, Samânîlerin yıkılışından
sonra Gürgenç’te Harezmşah Ali bin Me’mun’un sarayına sığınmış,
orada kadılık yapmış, sadece ileri gelen fakihlerin giyebileceği taylasan denen
bir elbise giymiş ve saraydan da yalnızca bu hizmet karşılığında maaş almış
olduğudur. Bu görevi de belli bir mezhebe göre uygulamış olması ve bu mezhebin
de sarayda tercih edilen mezheb olması gerekmektedir. Herhâlde uyguladığı
fıkhın, eğitimini aldığı ve çok yetenekli bir kadı olarak ün kazandığı mezhebin
dışında bir başka anlayışa âit olduğunu söylemek oldukça zordur. Herhangi bir
kaynakta, İbn Sînâ’nın Gürgenç’ten ayrıldıktan sonra bir daha kadılık yaptığına
dâir bir bilgi de bulunmamaktadır. Bütün kaynaklar O’nun, Büveyhî
hükümdarlarına bir hekim ve -belki- vezir olarak hizmet ettiğinde ittifak
hâlindedir. Claude Cahen, vezirlik görevi ile ilgili itirazlarda bulunmuş, İbn
Sînâ’nın karizmasını kaldırabilecek bir hükümdarın en azından o zaman ve
mekânda bulunmadığını belirtmiştir. Şeyhu’r-Reîs’in6 bu yöndeki bazı
şikâyet içeren şiirleri de bu iddiayı destekler vaziyettedir, ancak bu başka
bir meseledir.
Öyleyse sorulması gereken soru şudur: İbn Sînâ’nın
eğitimini aldığı, tartışmalara katıldığı ve meslekî olarak uygulayacak kadar
uzman olduğu mezheb hangisidir? Buna verilecek tek cevap ise, gerek doğrudan gerekse
dolaylı delillerin bu mezhebin Hanefîlik olduğunu göstermekte olduğudur.
Bu konudaki doğrudan delil gâyet açıktır. İbn
Sînâ’nın fıkıh eğitimi aldığı İsmail ez-Zâhid, Buhara’nın önde gelen ve meşhur
Hanefî âlimlerindendir. Hanefî âlimlerin biyografilerini yazan İbn Ebi’l Vefâ
el-Kureşî, İsmail ez-Zâhid’in 1012 yılında vefat ettiğini, tam isminin Ebû
Muhammed İsmail b. el-Hüseyn b. Ali b. el-Hasen b. Hârûn el-Fakîh ez-Zâhid
el-Buhârî olduğunu, Hac için Mekke’ye gidiş ve gelişlerinde Bağdat’ta çok sayıda
âlimden Hadis ilmi okuduğunu, furû ve usûl konusunda büyük bir Hanefî fakihi
olduğunu ifâde etmiştir. Aslına bakılırsa bunda şaşılacak bir durum yoktur;
zira İsmail ez-Zâhid fıkıh ilmini, Samânî sarayının en önde gelen Hanefî fakihi
olduğunda şüphe bulunmayan Ebû Bekr Muhammed b. el-Fadl el-Kemârî’den tahsil
etmiştir.
Gerçek şu ki, İbn Sînâ’nın Hanefî mezhebine mensub
bir âlim olduğu ve bu anlayış üzerine yetiştiği, Hanefî ilim geleneğinde
tartışmasız bir kabuldür. Bütün Hanefî tabakât7 kitaplarındaki
silsilelerde O’nun ismi kaydedilmiştir. Mühim olan bir diğer husus ise, İbn
Sînâ’nın otobiyografide İsmail ez-Zâhid hakkındaki rivâyetinin, Hanefî
geleneğinde bu rivâyetten bağımsız olarak, Ebû Bekr Ahmed el-Barakî’ye giden
farklı bir Hanefî silsilesi merkezinde teyit edildiği gerçeğidir. Ebû Bekr, 10.
ve 11. yüzyıllarda (Hicrî 4 ve 5) Buhâra’daki ilmî faaliyetlere ve Hanefî fıkıh
çevresine hâkim olan meşhur Barakî ailesinin bir üyesiydi. Babası, oğlu ve
torunu da Buhâra’da kadılık, vezirlik ve valilik görevlerinde bulunmuşlardır.
Torun Ebû Abdillah’tan Tirmizî’nin Câmi’ini okuyan ünlü hadis âlimi İbn Mâkûlâ
şunları söylemektedir:
Ebû
Bekr Ahmed’e âit şiirleri ihtiva eden bir divân gördüm. Şiirlerin çoğu hakîm
İbn Sînâ’nın el yazısıylaydı.
Öyle görünüyor ki, İbn Mâkûlâ’ya bu kitabı Ebû
Abdillah b. Ebî Bekr göstermiştir. İbn Sînâ’nın Ebû Bekr Ahmed ile olan
ilişkisi bizzat kendisi tarafından otobiyografisinde doğrulanmaktadır:
Muhitimde
Hârezm doğumlu Ebû Bekr el-Barakî isimli birisi de vardı. Basiret sahibi bir
kimseydi. Fıkıh, tefsir ve zühd konularında yegâne isimdi. Bunun yanında hikemî
ilimlere de meyli vardı. Benden hikmete dâir kitapları şerh etmemi istedi ve
ben de O’nun için yaklaşık yirmi ciltlik el-Hâsıl ve’l-Mahsûl isimli eseri kaleme
aldım. Bunun dışında yine O’nun için ahlâka dâir el-Birr ve’l-İsm isimli bir
kitap yazdım.
İbn Sînâ’nın on beş yaşlarında kendileriyle fıkhî
tartışmalara girdiği âlimler, bu Hanefî âlimlerdir. Bu şahıslar arasında yakın
kişisel ve sosyal bağlar olduğunu farketmek çok zor olmasa gerektir. Misâl
olarak, İbn Sînâ’nın bahsettiği Ebû Bekr el-Barakî’nin cenaze namazını İsmail
ez-Zâhid’in hocası olan el-Kemârî kıldırmıştır. Bu isimlerin hepsinin Samânî
hânedanına bağlı ulemâdan oldukları ve hizmetlerini bu hânedanın etkin Hanefî
politikalarını uygulama yönünde ortaya koydukları tartışmasızdır. Bu noktada
kısaca, Samânî hükümdarı Mansûr b. Nuh’un bir grup fakihten, Taberî’nin
Tefsîr’inin Farsçaya tercüme edilmesinin meşrûluğuna dâir bir fetva istemesi
hatırlanabilir. Ayrıca bizzat İbn Sînâ tarafından tedavi edilen, Mansûr’un oğlu
II. Nuh, Ebu’l-Kâsım İshak es-Semerkandî’nin Hanefî fıkhına dâir kitabının
Farsçaya tercüme edilmesini emretmiştir.
İbn Sînâ, Samânîlerin yıkılışının ardından Buhâra’yı
terk etmek zorunda kalmış ve Gürgenç’e, Hârezmşah Ali b. Me’mûn’un sarayına
gitmiştir. İyi bir üne sahip olan İbn Sînâ, Gürgenç’te kadılık yapmıştır.
Me’mûnî Hârezmşahların Sünnî oldukları hakikatine İbn Sînâ’nın Hanefî fıkhına
mensubiyeti ve vukûfiyeti eklendiğinde, kadılığı hangi mezhebe göre yapmış
olduğu kolayca belirir. Aynı iddia, hayli zorlu yolculuklardan sonra Cürcan’a,
Sünnî politikalarını Şiî ve Mu’tezilîleri derdest etmeye kadar götürmekle
tanınan Kâbûs b. Veşmgîr’in sarayına gidişi için de geçerlidir. O’nun Sünnî-Hanefî
kimliği bu kadar belirgin olmasaydı, Kâbûs’un sarayına gitmeyi aklından
geçirmesi bile mümkün olmazdı.
İbn Sînâ’nın mensub olduğu mezheble ilgili dolaylı
delil de -yani diğer ihtimâllerin elenmesi neticesinde ortaya çıkan ve O’nun
ancak Hanefî olabileceğini gösteren işaretler- aynı oranda açıktır. Öncelikle,
İbn Sînâ’nın diğer üç Sünnî mezhebden birine mensub olmadığı son derece
âşikârdır. Bu konudaki kesin delil, O’nun ve çevresindekilerin “eş-şarâb”8
içiyor olmaları değil bunu açıkça ifâde etmekten çekinmemeleridir. Gerek şarap
içme fiili gerekse bundan rahatlıkla bahsedilebilmesi, buna karşı resmî veya
gayriresmî herhangi bir kınamanın bulunmadığı bir çevrede mümkün olabilir ki,
bu da ancak bir Hanefî çevresi için sözkonusudur. Şarap içme fiilinden açıkça
bahsedilmesiyle ilgili olarak, İbn Sînâ’nın çağdaşı ve aşağı yukarı aynı
bölgede yazılmış bir kaynağa, Sıvânü’l-Hikme’ye atıfta bulunmak bu noktada
oldukça mühimdir. Mezkur kitabda Ebû Süleyman es-Sicistânî’den bahsedilirken,
ihtilâflı bir konu olmasına rağmen O’nun, Hanefî mezhebine mensub olduğu için
şarap içtiğinden dem vurulmaktadır.
Diğer taraftan İbn Sînâ’ya Hanbelî de denilemez. “Kitâbü’l-Meşrıkiyyîn”
isimli eserinin girişinde, câhilce tepkiler veren kimselere teşbih için bulduğu
en mahkûm edici ifâde, onların “Hadis
âlimleri arasındaki Hanbelîler gibi” olduklarıdır. İbn Sînâ Şâfiî de
değildi. Şâfiî mezhebine mensub ilmî çevreler açıktır ki, büyük oranda İmâm
Gazâlî etkisi altındadır ve İbn Sînâ’ya dâir görüşlerinde O’nu takip etmektedirler.
Misâl olarak, “el-Fırâku’l-İslâmiyye” isimli eserinde Şâfiî fakihi İbn
Ebi’d-Dâm, İbn Sînâ’ya alışılagelmiş ithamların hepsini sıralamıştır. Bizim
buradaki tartışmamızla ilgili önemli olan nokta ise, kendisi de bir Hanefî olan
Safedî’nin, İbn Ebi’d-Dâm’ın İbn Sînâ aleyhindeki sözlerini aktardıktan sonra
İbn Sînâ’yı savunmak maksadıyla “Bana
göre, İbn Sînâ’nın furû’ konusundaki görüşleri İmâm Ebû Hanife’nin görüşleriyle
aynıdır” demesidir. Bağdat’taki Şâfiî otoriteler, fikrî tartışmanın ötesine
geçerek, İbn Sînâ’nın mirasını fizikî anlamda da yıkma yoluna gitmişler ve
vefâtından yaklaşık bir asır sonra Halife el-Müstencid’e, O’nun gerek özel
gerekse genel kütüphanelerdeki tüm eserlerini yaktırmışlardır. İbn Sînâ bir
Şâfiî olsaydı, Şâfiî çevreler tarafından böyle muamelelere mâruz bırakıldığını
düşünmek zor olurdu. Bu hususu, yukarıda ele alındığı üzere, Hanefî geleneğinde
İbn Sînâ’ya verilen yerle karşılaştırmak, meselenin anlaşılması noktasında
yeterli olacaktır. Son olarak, İbn Sînâ’nın yaşadığı bölgelerde Mâlikî
mezhebinin hiç yayılmamış olduğu gerçeği de gözönüne alınmalıdır. Dolayısıyla
O’nun bir Mâlikî olduğunu varsaymayı gerektirecek herhangi bir sebeb de
bulunmamaktadır.
İbn Sînâ’nın fıkhî olarak İsmâiliyye’ye bağlı olduğu
iddiası da kesin bir şekilde reddedilebilir. Bu noktadaki ilk delil, daha önce
yer verildiği gibi otobiyografisindeki, akıl ve nefs konularında İsmâilî
öğretileri kabul etmediği yönündeki ifâdesidir. Şayet İbn Sînâ bir İsmâilî veya
gizli bir İsmâiliyye sempatizanı olsaydı, otobiyografide önce bu meseleyi
gündeme getirip sonra da onu reddetme yolunu seçmiş olmasının hiçbir makûl
gerekçesi olmazdı. Buna ilâve etmek zorunda olduğumuz bir diğer nokta ise, bizzat
kendisi “gizli bir İsmâilî sempatizanı” olan Şehristânî’nin, İsmâilî bakış
açısıyla İbn Sînâ metafiziğinin bazı yönlerine bir reddiye yazmış olması
gerçeğidir. Daha sonra Nasîruddîn et-Tûsî, Şehristânî’nin -tâbiri câizse-
foyasını meydana çıkarmış ve O’nu tezyîf etmiştir.
Son olarak İbn Sînâ’nın aşırı bir şekilde
İsnâaşeriyye’ye nisbet edilmesi ise daha geç döneme âit bir gelişmedir. İbn
Sînâ’nın bir İsnâaşerî olduğuna dâir iddianın ilk defa açık olarak ifâde
edilmesi 16. yüzyıldadır. Ki bu tarihin, Safevî hânedânının yükselişi zamanına
denk geldiği gözden kaçırılmamalıdır. Şüşterî’nin “Mecâlisü'l-Mü'minîn”
kitabındaki iddiasına yer vermiştik. Bundan daha heveskâr bir teşebbüs ise,
Şüşterî’nin genç çağdaşı Ali el-Cîlânî’ye âittir. İbn Sînâ’nın görüşleri ile
İsnâaşeriyye’nin öğretileri arasındaki sözde benzerliklere dayanan Cîlânî’nin
kitabı, tarihî olarak geriye bakıldığında arzulananın tam tersi bir sonuca
sebeb olmuştur. Sözkonusu eserin çarpıtmaları bugün ayan-beyan ortaya çıkmış ve
İbn Sînâ’nın İsnâaşerîliğe mensub olduğuna değil olmadığına delil hâline gelmiştir.
Diğer yandan İbn Sînâ’nın bir İsnâaşerî olmadığı gerçeğiyle ilgili daha
doğrudan bir delil de bulunmaktadır. İbn Sînâ “el-Hikmetü’l-Arûziyye” kitabında
Şiîler için “Ravâfız”9 kelimesini kullanmaktadır. Hâlbuki bu,
aşağılayıcı bir isimdir ve İsnâaşerîler tarafından asla kendilerine atıfta
bulunmak için kullanılmamaktadır.
Sonuç olarak, İbn Sînâ’nın Hanefî olduğu tam olarak
ortaya çıkmıştır. İbn Sînâ hayatının son dönemlerinde gerçekten de ismen
İsnâaşerî olan hükümdarların bölgelerinde yaşamıştır. Ancak gittiği bu yerlerin
hiçbirinde fakih olarak görev yapmamıştır. Dolayısıyla O’nun mezheb
değiştirdiğini varsaymayı gerektirecek bir sebeb mevcut değildir. Tüm
işaretler, asla başka bir görüşü benimsemeye zorlanmadığını da göstermektedir.
Hatta öyle ki, İbn Sînâ’nın, “Büveyhî yüzyılının esnek eklektisizmi”nden
faydalandığını gösterecek bir sebeb de bulunmamaktadır. Açıkçası O’nun bir
Hanefî olmadığı, bilgi ve veriyi çoktan aşmış ve artık inâdî bir iman konusu
hâline gelmiştir.
Dipnotlar
1 Ebü’l-Hasen Zahîrüddîn Alî b. Zeyd b. Muhammed
el-Beyhakī (ö. 565/1169). Âlim, tarihçi ve edibdir.
2 İsmâilîyye, İsmâil b. Ca‘fer es-Sâdık’a nisbet
edilerek varlığını günümüze kadar sürdüren aşırı Şiî mezhebidir. Dâî ise, bazı
fırkalarda mezhebi yayma yetkisi verilen kimsenin görev unvanıdır.
3 İbn Sînâ hayattayken talebesi Cüzcânî’ye bir
otobiyografi dikte ettirmiştir. Makalede İbn Sînâ’ya âit sözler bu
otobiyografiden alınmıştır.
4 İhvân-ı Safâ, ansiklopedik risâleleriyle tanınan
felsefe topluluğudur. 10. yüzyılda Basra’da ortaya çıkmış, dinî, felsefî,
siyasî ve ilmî amaçları olan, faaliyetlerini gizli olarak sürdürmüş organize
bir topluluğun adıdır. İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde, dönemlerinde mevcut her tür
bilgiyi derleyip değerlendirmiş ve bilgilerini başlıca dört kaynaktan
aldıklarını ifade etmişlerdir. a) Bilge ve filozoflar tarafından yazılmış
matematik ve fiziğe dâir kitaplar; b) Tevrat, İncil ve Kur’an gibi kutsal
kitaplar ve peygamberlere melekler aracılığıyla indirilen sahîfeler; c)
Yıldızların hareketleri, burçların kısımları ve mevcut varlıkların şekilleriyle
maden, bitki ve hayvanlardan bahseden astronomi, jeoloji ve botaniğe dair
eserler; d) Temiz ve saf insanlara Allah’ın ilham yoluyla bildirdiği ilâhî
kitaplar.
5 İsnâaşeriyye, on iki imam sistemini benimseyen bir
Şiî fırkasıdır.
6 eş-Şeyhu’r-Reîs, ilim ve hikmet alanındaki eşsiz
konumunu ifade etmek amacıyla İslâm âlim ve mütefekkirleri tarafından İbn
Sînâ’ya verilen unvandır. Ayrıca “hüccetü’l-hak, şerefü’l-mülk, ed-düstûr” gibi
vasıflarla da anılmıştır.
7 Tabakât, İslâm telif geleneğinde, sahasında
tanınmış şahsiyetlerin biyografilerini konu edinen telif türüdür.
8 Buradaki şarâb kelimesi, bugünkü şarap ile aynı
mânâya gelmediği gibi Kur’ân-ı Kerîm’in haram olduğunu muhkem bir nasla
belirlediği “hamr” da değildir. Hanefîler, üzümden yapılan hamr dışında kalan
ve kuru üzüm, kuru hurma, arpa, darı, bal vb maddelerden üretilen içeceklerin
suda bekleme süresine, pişirilip pişirilmediğine, kaynama miktarına, köpürme ve
keskinleşme safhalarına, sade veya karışık olmasına göre farklı hükümler
vermişler ve özellikle Ebû Hanife ve Ebû Yusuf, bu gruptaki bazı içeceklerin
sarhoşluk vermeyen miktarının içilmesini haram saymamış ve/veya had ile
cezalandırılmaması yönünde görüş beyan etmişlerdir. Diğer mezheblerde böyle bir
ayrım yoktur ve İbn Sînâ ve diğerlerinin hamr değil de şarâb içiyor olmaları,
bu açıdan onların Hanefî olduğuna dâir dolaylı bir delil olarak yorumlanabilir.
9 Ravâfız, Râfizîler demektir ve başlangıçta Zeyd b.
Ali’den ayrılan ilk İmâmîler’e, daha sonra bütün Şiî fırkaları ile Şiî
unsurları taşıyan bazı bâtınî gruplarına, Sünnîler tarafından verilen aşağılayıcı
bir isimdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder