Salı, Şubat 21, 2017

ZİNCİRLİLERİN TRAGEDYASI


Zalimle savaşı emredene kadar Ebu Hanife’nin bütün içtihadlarına katlandık.

İmam-ı Âzam’ın güya ilmî muarızı/alternatifi olan usûl malûmatçısı Ebu Amr el-Evzâî’nin, arkasını Emevî sarayına vererek yaptığı bu cesur çıkış, artık şakanın bittiğinin, yani gerçekçiliğin kendince ihtarıdır. Lâkin Emevî sarayının da bir usûlü bulunmaktadır; arkasında durduğu kişiyi -ayağından da değil- boynundan sarayın muhkem bir sütununa zincirlemekte ve yararlılık nisbetinde çok çok zinciri uzatıp kısaltmaktadır. Peki Evzâî, İmam’ı belki de en iyi tanıyan kişi olarak bu destânî cesaretinin İmam’da bir karşılığının olmayacağını bilmez mi? Çok iyi bilir de, zaten bu cümle, İmam’a bir tenkitten öte saraya bir arz-ı ubudiyet maksadı taşımaktadır. Hem uslûbuna, yaramazlık eden bir çocuğa konuşur gibi bir hava vererek kendince bir statü belirliyor; hem saraya, öngörü üzerinden yararlılığını isbat ediyor; hem de ve en korkuncu, kimin zâlim olduğunun da farkında!.. Gelgelelim şu mezkûr malûmatçının, tarihin tozlu sayfalarında bile mikroskopla aranması gerekecek keyfiyetine karşılık İmam, dünya çapında imparatorluklar yıkan-kuran-yöneten fıkhı örüyordu; tıpkı şu anda da olduğu gibi… (Âyet meâli: Asla tasladığınız gibi bir büyüklüğe erişemeyeceksiniz!). Kendisine sorulsa, göz yumduğu zulmün devamına “istikrar”dan başka bir cevab üretemeyecek iken, acaba ilk bakışta Mekke’nin istikrarını pek de düşünüyor gözükmeyen Rasulullah’ın tavrına karşı Ebu Süfyan’a da bu türden bir mazeret hakkı tanıyor muydu? Belki de cevabı “evet” idi; lâkin yine yanılıyordu. Çünkü istikrar-penah Ebu Süfyan’ın ve adamlarının hükmü Mekke’yi çevreleyen dağları bile aşamazken, Rasulullah’ın adamları Konstantıniyye surlarını dövüyordu. Bu cümleyi okuduktan sonra, surları döven ordunun komutanının kimliği üzerinden zekice bir şey bulduğunu zannedecek olan ahmaklara da peşinen sormuş olalım ki; dedesinin yapamadığını torununa yaptıran şey, torunun hangi meziyetinden kaynaklanmaktaydı? Cevabınız sadece koca bir sükut olmak durumundadır; biz ise deriz ki, her türden şerefin ve izzetin tamamı elbette Rasulullah’a âittir.

***

Bir fiilin ahlâkî olduğunu bilip de ona uygun davranmayan kişi, ahlâkî olup olmadığını bilmeden ona uygun davranandan üstündür.

İlk plânda insanlara tuhaf gelebilecek bu hükümde Fârâbî’nin esas vurgulamak istediği şey “hürriyet”tir. Çünkü üstün olan insanın yaptığı şey bir tercihtir, diğerinin yaptığına ise asla bir tercih denmez; onunki sürükleniştir, bir denk geliş, fazlası değil… Dikkat etmek gerekir ki, burada bilip de uygun davranmamak övülmemektedir, sadece tercih ile taklidin kıyas edilemeyeceği belirtilmek istenir. İnsanoğlu, hayatı bütün şubeleriyle sadece taklit ederek yaşayabilir, ki zaman ve mekân farkı olmaksızın çoğunluğun yaptığı da budur. Hatta öyle ki, hemen her insanın çok iyi kullandığı anadilin kullanım hâliyle tamamı taklitle kazanılır. Bilmek-öğrenmek kelimelerini özellikle seçmedim, burada olan şey kullanmak-kazanmaktır. Taklit insanı pekâlâ yaşatır ve bu hâl yığınlara garib gelmez. Peki bu taklit imanda da geçerli midir? Eğer iman bir yönüyle tasdikse, ki öyledir, tasdik ancak bir tercihin olduğu yerde mevzubahistir. Tamamıyla iman ettiğini söyleyen bir çevreye doğan bir insandan kalabalıkların beklediği şey, onun da geleneğe uymasıdır. (Âyet meâli: Peki ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruya ulaşamaz kimseler idiyse?). Bir insanın tavrı eğer sadece taklitten ibaret ise, taklit ettiği şeyin hak veya bâtıl olması, o insan için bir şeyi değiştirmez. O her hâlükârda bâtıldadır; çünkü yığınların aksine Allah’ın kulundan beklediği şey tercihtir. Redde veya kabulde doğru tavır, taklitle kazanılanı mârifet ile tercihe yükseltmektedir. Aksi takdirde söylemek zorundayız ki, hiçten ancak hiç doğar.

***

İnsanoğlunun ayak çukurunun içbükey olması veya gözkapağında kirpikler bulunması, hayat için dinden daha gerekli olurdu, tâ ki insan için ne olursa olsun sadece hayatı sürdürmek tek gâye olsaydı ve o bunu tek başına da yapabilseydi.

Birtakım peşin kabul ve ezberlerle yaşandığı için hiç akla gelmeyen, hatta belki işe de gelmeyen, bir an durup da sorulmayan bir sorudur: “Neden sana inanmalı ve dediğini yapmalıyım ki? Ben böyle de pekâlâ işimi görebilmekteyim.” Ahiret ve hesap, bu sorunun tek cevabı olmamalıdır çünkü onlar da bizzat birer iman davetidir. Açık bir ölçüdür ki, bir şey kendisine delil olamaz. Size “İnan” diyenle, bu yapacağınız faaliyetin sebebini “Çünkü ahiret var” diye açıklayan aynı kaynaksa, nereye kadar o kaynağın dediklerini yapacağınız sorusu doğar. Öyle ya, madem ki dediklerini delillendirmesi gerekmemektedir, sizden her şeyi isteyebilir. Ayrıca durum buysa, Firavun’a itaati nasıl tenkit edebiliriz ki, hem de Firavun’un nimeti ve gazabı çok daha peşinken?

Şüphesiz insana ulaşan şey isterse Kur’an âyeti olsun, neticede onun için bir haberdir ve haber ister istemez bir süzgeçten geçer. Farz-ı muhal, elinize kapağında Kur’an olduğunu beyan eden bir kitab geçtiğinde; içinde fıtrata mugayir, meselâ tırnakları kesmemek gerektiği, mahremiyetin olmayacağı, su içmenin haram olduğu gibi hükümler gördüğünüzde bu kitabı reddedecek tek sebebinizin, daha önce gördüğünüz Kur’anlara benzemiyor olmasından fazla bir şey olması gerekmez mi? Eğer bütün hakikatler ancak ve ancak nakilden öğrenilecekse, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini neden tenkit etmektedir ki bu kitab, o insanların elinde Kur’an mı vardı ki bunun yanlış bir fiil olduğunu bilebilsinler? Demek insanda bir şey vardır ki, doğru ve yanlışı onunla ayırtedebiliyor olsun. Ancak bu şeyin varlığıdır ki, insanı bir yere çağıran herkese onu da tatmin etme mükellefiyeti yüklemektedir. Bu şeyin ismi akıldır ve sadece hürlerde doğru çalışır.

Baştaki sözde İbn Sînâ’nın yaptığı da budur; davetin gerekliliğinin isbatı… İnsanoğlu bir canlı türü olarak, tabiatta olduğu gibi varolamaz. Ne bir kürkü vardır, onu sıcaktan ve soğuktan koruyabilsin; ne dişleri ve tırnakları avlanmaya müsaittir; ne de sindirim sistemi çiğ eti sindirebilmektedir. Aklen vâcibdir ki bu tür, bir topluluk ile beraber yaşamak ve ihtiyaçları paylaşmak zorundadır. İşte bu mecburiyettir ki aralarındaki ilişkiyi bir hukuk ile belirlemek ihtiyacını doğurmuştur. Bu hukukun ise insanların üstünde bir değerden doğması gerektiği de aklî bir zorunluluktur. Aksi takdirde, lehlerine olanı hak, aleyhlerine olanı zulüm olarak görecek ve organizasyonu buna göre kuracaklardır. Böyle bir topluluk ise yok olmaya mahkûmdur. Akla şöyle bir soru gelebilir, bugün yaşayagelen topluluklar nasıl varolmaktadır? Cevabı basittir; çelişki ile… Eğer tek meşruiyet halkın çoğunluğunun istediği ise neden bazı gereklilikler halka sorulmamakta ve onlar mutlak kabul edilmektedir? Bazı şeylerin mutlak kabul edilmesi bugünkü anlayışın vaz’ettiği ilkelerle çelişki hâlindedir ve onları yaşatan da budur.

İnsanı hür kılacak olan, davetin bir bâsiret ile olması ve davet edilenin de buna tercih olarak katılmasıdır. Yoksa iş sadece; “sen gel bize sürüklen, fazla düşünme, soru da sorma, sadece sürüklen, biz sana sosyal statü de sağlarız, hem karnın doyar hem cennet de cebinde olur, daha ne istersin” anlayışına döner. Böyle bir topluluğun ise oluşturabileceği tek manzara; idâre edenlerin nefsî hazlara köle fakat onları yerine getirmekte görece hür, idare edilenlerin ise bir gün kendilerinin de bu açıdan hür olabileceği umudunun sürekli taze tutulduğu, artık birbirine dolanmış zincirlerle dolu hazin bir tablodur. Devletinden hukukuna, ailesinden tarîkatına, böyle olmadı mı?

***

Cânan gide rindân dağıla mey ola rîzan
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde

Ziyâ Paşa’yı anmadan geçemedik. Aşağı yukarı tablosunu çizmeye çalıştığımız bu yığınların, şimdi yine kritik bir seçimin önünde olduğu söyleniyor. Kendisini dayatan gerçek derdi perdelemek için başka ve doğrudan ilgili olmayan dertleri hâlletme yoluna gitmekte hayret edilecek bir şey yoktur. Maalesef insanların kendilerinden başlayarak her yere uyguladığı bir faaliyettir. Sanki ülkenin gerçek derdi sistem teferruatları imiş gibi, bir kesim tarafından bütün ümit buraya bağlanmakta, bir diğer kesim tarafından ise bütün cehd ü gayret bunu engellemeye harcanmaktadır. Referandumdan onay çıksa suç oranı mı düşecektir, fazilet ve ilim mi artacak, adalet mi hâkim olacaktır; yoksa tüm bunlar onay çıkmadığı durumda mı olacaktır veyahut şu an vardır da onay çıkınca mı kaybedilecektir? Neden doğru soruları sormazsınız? Ben olsam; desteğine dini sebeb gösterene, din görünümlülerin iktidarı sürsün diye dinden verebilecekleri tavizin üst limitini sorardım. Muhalefetini sistem teferruatının değişmesine bağlayana ise, şu ana kadar eski sistemdeyken neden muhalefet ettiğini… Bir de bu iki kesim, kabulünü ve reddini üst bir ideale bağlıymış gibi göstermeye yeltenmez mi, gerçek insanın çatlayası gelir. Yahu bir an için rollerin değiştiğini varsayalım, iktidar ile muhalefetin… Şimdi kabul tavrında olanların, madem mevzu kişi değil sistemdir, aday karşı cenahtan da olsa yine kabul vermeleri gerekmez miydi? Soruya aynıyla şimdi red tavrında olanlar da muhatabdır; öyle bir durumda, madem mevzu kişi değil sistemdir, aynı cenahta bulundukları adaya da red diyecekler miydi? Bu türden bir, sese doğru yürüyen zombi sürüklenişine “tercih” diyebilmek için nasıl bir körlük ile imtihan ediliyor olmalıdır insan?

Zincirlilerin kavgasında, bir tarafın en şahini olan bir zât-ı muhteremin darbe girişimi gecesini, komşu bir ülkeden iniş izni alamadığı için havada geçirmiş bulunduğunu havayollarından üst düzey birine bizzat doğrulattım. Sonra mevkiinden de alındı zaten ama çevrede dolanmaya devam ediyor. Yakın zamanda ise daha mevkili biri kürsüden, üç vakit öncesine kadar en acı sözlerle saldırdıkları siyasî partinin hareketini yapıyordu. Bu zât-ı muhteremin ise neden aynı kürsüde istavroz çıkarmadığına, Hıristiyan vatandaşların seçmen sayısının bir şeyi değiştirecek kemmiyette olmamasından başka makul bir cevab verebilmek mümkün değildir. Madem durum budur ve madem herkes tarafından da böyle olduğu bilinir, bütün iktidar kuvvetiyle meclis kürsüsünden savrulan bir cümleye, Bedir Savaşı’nı gölgede bırakacak bir destan muamelesi yapmaya hacet nedir? Korkunç ihtimâl ise, bu süslemenin sadece milleti kandırmak için yapılmadığı, kendi aralarında da aynı şekilde konuşanların bulunduğu ihtimâlidir. Boşuna denilmemiştir; faziletlileri öldürün ki ahlâk kurtulsun!     

***

Ve yalnız ben... Gözlerim, sökmeye yakın şafak aydınlığını seyre hazır, o olağanüstülüğü bekliyorum. Olağanüstülük? Ömrümün bütün girinti ve çıkıntılarını kendisine mahsus bildiğim büyük zuhur... Muazzam bir İslâmî zuhur... Başıma ne geldiyse bu yüzden…

Der Salih Mirzabeyoğlu… Sadece kendi hasis ömürleri boyunca değil, nesiller boyunca genlerine zincirli olmak işlemişlerin, balta ile üzerlerine doğru gelen bir “Zincirkıran”a kucak açmaları beklenmez. Ki zincirlilerin indinde, baltanın zincirlerine inme ihtimâli, boyunlarına inme ihtimâlinden daha korkunçtur ve bu anlaşılabilirdir. Benim anlamadığım ve esas merak ettiğim ise; fikir sahibine mensubiyet iddiası ile bir fikir sahibi olduğunu vehmedenlerin, bu zuhurun gerçekleştiğini mi yoksa bekleyenin meğer sadece bir kişi olmadığını mı düşündükleri? Mensubiyet iddiası devam ettikçe burada bu ikisinden başka mümkün bir cevab yoktur. Ve eğer cevab bir kere daha sükut ise, zincire bir nevi zorla maruz kalan yığınların yanında, hür olmak için bunca imkâna rağmen boynunu zincire uzatanlara ne isim verilmelidir?

Harun Reşid döneminde bir adam “ben Peygamberim!” der, dolaşırmış çarşıda pazarda… Huzura çıkardıklarında Sultan bakmış adamın hâli perişan, sormuş:

- Sen Peygamber misin?
- Evet.

Sultan bu adamın sarayın mutfağına yerleştirilmesini ve dilediği gibi yiyip içmesini emretmiş. Bir müddet sonra tekrar çağırmış, adamın keyfi yerinde… Yine sormuş:

- Sen Peygamber misin?
- Evet.
- Sana vahiy de geliyor mu?
- Geliyor.
- Ne diyor vahiyde?
- Bulunduğum yeri terketmemem emrediliyor Hünkârım.

Sultan’ın eski bendesi, sahte Peygamber’in ise az evvele kadar ki yeni bağlısı olan ve şimdi bu durum karşısında bir kere daha (üç mü oldu?) dönmek zorunda kalacak olan “fikir sahibleri”ne Sultan ne etti bilinmez. Lâkin Sultan’a “Hünkârım” diyen sahte Peygamber’in en büyük öfkeyi, bu mezkur “büyük siyasetçiler”den göreceği kesindir.


Pazartesi, Şubat 06, 2017

ATEİZMİN KENDİSİNİ TARİF PROBLEMİ ÜZERİNE BİR DİYALOG


Dedi: Ateizm için ne dersiniz? 


Dedim: Ateizmin en büyük problemi isim-tarif meselesi.. Kendisini, bir şeyin olumsuzlaması olarak isimlendiren/tarif eden bir düşünce, "reaksiyoner" olmaktan kurtulamaz.. "Reaksiyoner olmanın nesi kötü" denilirse, "varolabilmek için olumsuzladığı şeye mutlak olarak bağlı kalmak zorunda kalması" derim.. Bu duruma İslam hikemiyyatında "li-gayrihi" denir, kendi zatıyla varolamayıp varlığı, başka bir varlığa bağlı olan.. Bunun geçerli olacağı yer yok mudur, vardır.. Misal karşılıklı silahları bırakıp barış içinde yaşayabiliriz.. Peki barıştık, şimdi ne yapıyoruz?.. Oysa su, ateşi söndürmekle birlikte ateşin olmadığı yerde de kendi zatıyla ve faydalarıyla mevcuttur.. Ateizm, dünyada hiçbir şekilde bir tanrı inancı olmadığı varsayımında, insanı nereye çağırmakta, insana ne demektedir?.. Bu ise her şeyden önce "isim" ile, yani kendisini kendi zatıyla tarif ile başlar..


Dedi: Kusura bakmayın, dediğiniz şeyleri anlayamıyorum. Şunu mu demek istediniz: "Tanrı yok" demek için "Tanrı" kelimesini kullanmanız yani onu varsaymanız gerekiyor, olmayan bir şeyden bahsedemeyeceğinize göre "Tanrı yoktur" kendini yanlışlar?


Dedim: Hayır hayır.. Birileri bir şeylere var diyorsa ve siz de yok olduğunu düşünüyorsanız elbette var denilen şeyi kullanacaksınız.. Ben kelime kullanımları üzerinden veya başka şekilde de ateizme bir çelişki yüklemedim.. Bu yazıda demek istediğim, tarihte ortaya çıkışının reaksiyoner olduğudur.. Reaksiyoner oluş kaçınılmaz mıdır bilmiyorum ama oluş bu şekilde gerçekleşince sadece birilerinin var dediğine yok demekten ibaret kalmak gibi bir duruma düşülüyor.. O birileri var demeyi bıraksa ateizm diye bir şey de kalmıyor.. Ve bu durum daha isimlendirmede başlıyor.. "a" olumsuzluk öneki ile isimleniyor.. Ateizm eğer kendisine sadece tepkisel bir misyon biçti ise problem yok.. Sartre "tanrı var mı bilmiyorum, görünürde yok, biz ne yapabiliriz ona bakalım" der.. Ben de ateizmin, dünyada tanrı diye bir inanç kalmasa varolup varolamayacağını sorguluyorum..


Dedi: Tarihte ortaya çıkışıyla, bu akımın rasyonalitesi arasında bir bağlantı var mı?

Varoluşçuluk da reaksiyon şeklinde ortaya çıkmış bir felsefedir örneğin, o yüzyılda baş gösteren determinizme, katı bilimciliğe karşıdır. Fakat bu onun illa ki modernizm içerisinde yer almasını mı gerektiriyor? Elbette ki hayır. Reaksiyon olarak ortaya çıkmasında da hiçbir sıkıntı yok, modernizmin eleştirisi elbette ki modernizmin kendi içerisinden çıkacak, Afrika yerlilerinin modernizmi eleştirecek hali yok.

Fakat mesela reaksiyon olarak çıkan akımların karşı çıktıkları felsefeler olmadan yaşayıp yaşayamayacakları. Tarihe baktığımız zaman bugün geo-sentrik modele inanan kalmadığı halde buna reaksiyon olarak çıkan modele inanan bir ton insan var. Yani reaksiyon olarak çıkan akım, karşı olduğu akıma inanan insanların olmasını gerektirmiyor.


Gelecekte postmodern çağa girersek (hiçbir belirtisi yok ama) ve apateizm tüm dünyayı etkisi altına alırsa evet, ateizm tartışılmaz -teizmin tartışılmadığı gibi. Aslında bakıldığında teizm de ilkel çağlarda bir reaksiyon olarak doğmuştur. O yüzden yaptığınız eleştiri size aynen geri döner.


Sanırım şu iki öncülü kabul edersin:

1) Olası tüm evrenlerde 2+2=4'tür (zorunludur).
2) Olası evrenlerin en az birinde, "2+2"'nin 4 olduğunu bilen, anlayan hiçbir akıllı özne yoktur.

Bu iki öncülden şu sonucu elde ederiz ki "2+2=4" önermesi kabul görüp/görmemesinden bağımsız olarak doğrudur. Bu Tanrı lehine/aleyhine verilmiş tüm olası önermeler için geçerlidir çünkü "Tanrı vardır" ya zorunlu olarak doğrudur ya da zorunlu olarak yanlıştır. Bir evrende olup diğerinde yoksa bu varlığa Tanrı diyemeyiz. Tanrı en az bir evrende "zorunlu" olarak olmalıdır ki bu da tüm evrenlerde zorunlu olarak olmasını gerektirir. Yani sonuç olarak teizmin/ateizmin temel tezi, onu kavrayacak özne olup olmamasından bağımsız olarak doğru veya yanlıştır.


Dedim: İnsanlık tarihini bilmediğimiz için teizmin bir reaksiyon olduğu tahminden öteye gidemez.. bilinen tarihe geldikçe reaksiyoner olan ateizmdir.. dikkat edilirse ateizm diye bir şey aksiyon halinde var da ona karşı a-ateizm diye bir akım yok, bunu belirtmek bile abes.. kaldı ki reaksiyoner olmanın kaçınılmaz olabileceğini söylemekle ben bunu mutlak bir tenkit mevzuu olarak görmediğimi belirtmiş oluyorum.. birtakım reaksiyoner hareketlerin aksiyon bittikten sonra kalabilmiş olması, ateizmin de bunu mutlak olarak başarabileceği anlamına gelmiyor.. ama ben daha ilk yazıda da dediğim gibi, ateizmin, var denilene yok demekten başka insan ve toplum meselelerine dair düşünceleri nelerdir, onu soruyorum.. bir düşüncesi olmalıdır da demiyorum.. eğer yok ise varlığı aksiyona bağlı kalır diyorum.. su ateş misalini o yüzden vermiştim.. bir fikir akımının, tabii görüşleri çerçevesinde başka fikir akımları ile çelişeceği kaçınılmazdır.. lakin tabii uyuşmazlık ile doğrudan doğruya tepkisel kalmak arasında da fark vardır.. varoluşçuluk determinizmin evet dediğine hayır demekten mi ibarettir?.. eğer öyle olsaydı ismi adeterminizm veya türevi bir şey olurdu.. eğer ateizm de teizmin evet dediğine hayır demekten ibaret değilse, her şeyden önce ismini değiştirmeli ve kendisini teizm dışında da tarif etmelidir..


Öncüllere gelince, onları değil de söyleniş maksadını anlamadım.. özet olarak bu düşünüşünüzün vardığı sonuç, tanrının varlığının veya yokluğunun objektif bir doğruluk değeri olduğu.. metafizik olarak tanrı, tam da tanım gereği, varlığı ve yokluğu isbatlanamayacak bir şeydir.. eğer isbatlanabilseydi, inanmak lüzumsuz, inkar ise komik olurdu.. mantık boyutuna değinirsek, kurduğunuz zincirde çok fazla gizli varsayım var.. matematik ve dolayısıyla mantık ve dolayısıyla taakkul (akıl yürütme) bilmeyen insanlar için büyüleyici gelebilir.. gelgelelim russell de benzeri bir şekilde kendisinin papa olduğunu "isbatlamıştır"..


Dedi: Russell kendinin papa olduğunu başka bir yanlış önermeden yola çıkarak "isbatlamıştır". Anektodu yanlış okudunuz sanırım fakat orjinali şu şekildedir: bir gazeteci sorar Russell'a "madem yanlış önermeden istediğimiz şeyi elde edebiliriz [(0=>1)=1 ve (0=>0)=0], hadi öyleyse 2=1 eşitliğinden başka yanlış bir şeyi ispatlayın!" demiştir. Russell da bunun üzerine yapıştırır cevabı: "bir odada papa ve ben olayım, 2=1 ise odada aslında 2 değil 1 kişi vardır, dolayısıyla ben papayımdır". Yanlış bir önerme kullanır yani bu "isbat", dolayısıyla "isbat" değildir çünkü "isbat"ta kullanılan önermeler ya aksiyomlardır ya da aksiyomlardan çıkarım kuralları kullanılarak elde edilen önermelerdir. Yani "isbat"ta yer alan önermeler içerisinde yanlış önerme yer alamaz.


Dediğim basitçe şuydu: "Tanrı vardır" önermesi ya zorunlu olarak doğrudur ya da zorunlu olarak yanlış. Bir ara durum yoktur (tabii Swinburne gibiler Tanrı mümkündür diyorlar fakat sizin bunu kabul etmeyeceğinize eminim).


Kullandığımız belitlerle vardığımız sonucun "pratik" sonuçları olup olmayacağı tartışılır, evet. Fakat, belitlerimizi olabildiğince sade tutmaya çalıştım, siz de kabul edersiniz ki "Tanrı vardır önermesi" ya tüm dünyalarda doğrudur ya da hepsinde yanlıştır. Ve de en az bir olası evrende bu önermeleri kavrayabilecek hiçbir rasyonel özne yoktur. Fakat bu evrende bile teist veya ateist temel tez doğruluğunu sürdürür. Bundan dolayı bir önermenin doğruluk değeri, genel kabullerle belirlenemez. "Dünya yuvarlaktır" önermesini doğru saymayan kimse olmadığı zamanlar da Dünya elbette yuvarlaktı.


Teizmin reaksiyon olduğu şeklindeki tezim basitçe şöyle: atalarımız Tanrı'nın varlığına yönelik bir şeyler düşünmüyorlardı, yani apateist pozisyonda idiler. Fakat bir gün bir atamız buna "reaksiyon" olarak çıktı ve Tanrı'nın varlığına inandı.


Ya da İslam özelinde ele alalım olayı, öyle ki İslam'da bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır, Mekke'nin mevcut durumuna, Unitarian Tanrı anlayışına bir manifestodur. Karl Marx'a göre din, insanın kapitalist sisteme karşı reaksiyonudur örneğin. Bu açıdan düşündüğümüzde, eğer ki reaksiyon olarak ortaya çıkış kötü bir şeyse bu eleştiri aynen size döner. Ve reaksiyon olarak karşı çıkışların, karşı çıktığı şeye bağımlı olmadığı çok açıktır. Öyle ki bugün çok tanrılı dinlere reaksiyon olarak ortaya çıkan dinler yaşarken, bu çok tanrılı dinlere rastlamak zor.

Dedim: Ben orada "isbatlamıştır"ı hassaten tırnak içinde yazdım, bunun kinaye olduğu anlaşılmıyor mu yahu.. Tez ile bilgi birbirinden farklıdır.. 


Kaçıncı tekrar oluyor bilemedim ama bir şeyin reaksiyon olarak ortaya çıkmasını tenkit etmedim ben.. fakat dedim ki, kendisini ortaya koyan bir görüş, kendisinden evvel ortaya konmuş bazı görüşlerin bazı kısımlarıyla uyuşmayabilir.. bu onu salt reaksiyoner kılmaz.. islam kendisinden önceki anlayışa tepki olarak görüşler bildirdiği gibi aynı görüşü savunduğu meseleler de olmuştur.. dikkat edilirse islam, ismi ve cismiyle meydan yerine dikiliyor, salt reaksiyon değildir.. ismi apaganizm vs değildir.. ismi öyle olmadığı gibi içeriği de değildir.. bir şeyin içinde reaksiyoner yan taşıması ile salt reaksiyoner olması farklıdır.. eğer bir şey salt reaksiyoner ise, evet, karşı çıktığı şeye tam bağımlıdır..


Dedi: Islamin ortaya ciktigi donemde Muslumanlara "kafir" yani felsefi terminologyyi kullanacak olursak "apaganist" diyorlardi. Daha sonra toplumda Islamin yayilmasiyla kafir kelimesinin kullanimi azalip yerini Müslüman a birakti ve dile bu yerlesti. Oysa ateizm cok yeni bir akim ve cogunluk hicbir zaman ateist olmadi. Bu yuzden de ayri bir isim alma geregi duymadi ki ateistin kucumseyici bir manasi yoktur. Islamin ilk yillarinda muslumanlara cogunlukla kafir deniyordu fakat tezleri degismedigi halde sonraki yillarda yaygin kullanimi degisti. Yani yaygin kullanilan isimden yola cikarak yapilan cikarimlar yanlış. Dil esnek, ateizme "ghshizm" de diyebilirim ve teizmi de "aghshizm" olarak isimlendiririm. Bu teizmi salt reaksiyoner mi yapar, hayir. Bu yalnizca kronolojik sirayla alakalidir. Olasi evrenlerin birinde teizm ateizme karşı reaksiyon olarak cikmis olabilir ama bu olay bunlarin rasyonelitesiyle ilgili herhangi bir çıkarım yapmamiz icin bize veri sunmaz. Ateizm salt reaksiyoner degildir kendi tezlerini de uretir.


Dedim: Peki müslümanlar kendilerine apaganist diyorlar mıydı?.. müslümanlara apaganist diyenler olduğu gibi ikinci iseviler diyenler de mevcuttu.. herkes herkese her şeyi diyebilir, sen kendini nasıl tarif ediyorsun, benim sorduğum buydu.. ben baştan beri isimlendirme ve kendini tarif noktasındayım.. aramızdaki diyalogun şu an geldiği yer zaten benim maksadımdan epey bir saptı.. belki de ateizm ismini bile teistler takmıştır.. ben ateizmin tabiri caizse bu cendereden sıyrılması taraftarıyım.. lakin her sözüm bir tenkit olarak algılanıyor.. belki uslub bunu davet ediyordur.. tenkidim yok değil ama sizin tenkit algıladığınız her şey tenkit kasdıyla söylenmedi.. siz teizme ne isim takarsanız takın, teizmin argümanları salt ateizme cevab niteliği taşımıyor.. misalen ilk dönem islam kelamcıları ilahın sıfatları meselesini tartışırken sadece ateizme karşı fikir geliştirmiyorlar.. elbette zaman içinde karşılaşılan fikirlere cevab niteliği taşıyanlar da olmuştur.. ateizmin ise bütün görünümü teist argümanlara cevab niteliği taşıyor.. ben size herhangi bir tanrı inancına mensub olarak ama içinde ateizmi muhatab almayan onbinlerce eser gösterebilirim.. siz bana teizmi muhatab almayan kaç ateist kalem gösterebilirsiniz?..


Dedi: Bilim kitaplarinin cogu naturalizmin dolayısıyla ateizmin doğru oldugu saviyla yazilip teizmi muhattap almaz.


Dedim: Öyleyse ateizm ismi yine tenkit mevzuudur.. teizmle mücadele ateizmin sadece bir parçası ise, burada "bütünü, bir unsurundan ibaret tarif" var demektir.. bu anlayış da, misalen bir insanın elini tutup, "bu el seninse, sen bir elsin" demekten farksızdır..


Dedi: Tamamen kronolojik bir mevzu bu. Teizmin cogu kitabinda ateist savlarin yer almamasinin sebebi ateizmin yeni bir akim olmasi. Kuranda ateistlere cevap yoktur ornegin cunku zaten ateist yok o donem. Fakat son yillarda teistik kitaplarda ateist elestirisine de siklikla rastliyoruz.


Dedim: Kronolojinin etkisi elbette inkar edilemez.. lakin her sonra gelenin öncekinin olumsuzlanmasından ibaret bir isim ve tarifte kalması zorunlu mudur?.. ilk yazılan metne geldik.. ateizm eğer salt tepkisel değil ise ismi hatalıdır, eğer salt tepkisel ise tepki gösterdiğinin varlığına muhtaçtır..


Şunu da eklemeliyim, bilim kitabları teizmi ne kadar muhatab alıyorsa ateizmi de o kadar muhatab alıyor-almalıdır.. ben şu an fraktallar üzerine analizler içeren bir "bilim kitabı" inceliyorum.. sizi temin ederim, teizm ve ateizm ile en ufak bir ilgisi bile yok.. problem dışı.. burada olgu kümesi ile değer kümesi birbirine karıştırılıyor, dikkat edelim lütfen.. ben orada size doğrudan ilah üzerine yazılmış eserlerden örnek verdim.. bunun karşı argümanı bilim kitabından verilemez.. bu görüşe göre ateist olmayan bir görüşten asla bilimsel faaliyet çıkamaz.. oysa ufak bir bilim tarihi kitabı, tarihte ve günümüzde herhangi bir tanrı inancına sahip olan binlerce bilim insanı olduğunu bizlere gösterebilir.. ki ateizmin tarihte sonradan çıkmış bir görüş olduğunu söylerken siz de bunu kabul etmiş oluyorsunuz.. veyahut iddianız, ateizmin tarihte ortaya çıkışından evvel hiçbir şekilde bilimsel bir faaliyet yapılmamış olduğu mudur?..


Dedi: Hayır fakat bilim dedigimiz edim evreni yine evrendeki seylerle aciklama cabasi. Evet teizm karsiti degildir fakat teizme karsi salt reaksiyon olarak nitelendirebilecegimiz naturalizm bugun kendi evren modellerini yaratiyor, cogu fizikci naturalist ve kitaplar da bu uslupla yazılmış. Yani naturalizm gibi ateist akimlar kendi tezlerini de uretiyor teizmden bağımsız şekilde.


Dedim: Eğer üretiyorsa, tekraren, "ateizm eğer salt tepkisel değil ise ismi hatalıdır, eğer salt tepkisel ise tepki gösterdiğinin varlığına muhtaçtır".. dinin tarifi ise "evrendeki şeyleri evrendeki şeylerle açıklamamak" demek değildir.. dedim ya, eğer din (veya ismine ne derseniz deyin) öyle bir şey olsaydı din sahibi kimseden bilimsel bir faaliyet çıkamazdı.. herkesin de kafasına göre bir din tarifi var, o da ayrı.. gramsci "muarız pratik hale göre değil, o görüşün en yüksek teorik cevheri baz alınarak eleştirilir, eğer yoksa siz yaratın ve öyle hedef alın" der.. yani cübbeli ahmed ve benzeri tiplere bakıp da buralara varmak ucuzculuktur.. 


Mevzu tekrar şuraya bağlanıyor; ateizm, dünyada hiçbir şekilde bir tanrı inancı olmadığı varsayımında, insanı nereye çağırmakta, insana ne demektedir?.. yoksa ateizm sadece bir laboratuvar araştırma meşrebine mi indirgenmiş?.. o halde sizin tezlerinize göre isim yine hatalıdır çünkü yine sizin tezlerinize göre din laboratuvardan kaçmaktadır.. dolayısıyla ateizm eğer bir bilim usulünden ibaret ise, bilim anlayışlarından hangisini hedef alıyorsa, onun olumsuzlamasına dair bir isim seçmelidir.. eğer böyle olmazsa, bir eczanenin kendi tabelasına "burası hırdavat dükkanı değildir" veya "a-hırdavat" yazması gibi bir durumla karşı karşıyayız demektir..