Cuma, Mayıs 08, 2015

KUTSALA BOYANMIŞ HEZEYAN VEYA İSLÂM'A MUSALLAT ANLAYIŞ


balık kavağa çıkmış
zift turşusun yemeğe
leylek koduk doğurmuş

baka şunun sözünü

***

Bir medeniyet bir şehir inşa ettiğinde, insanına medenî bir hayat sahasını, istilâcılarına ise talan edilecek bir mülk câzibesini aynı ânda sunar. Kadîm masallarda ejderhalar, altın’a aşırı düşkün resmedilir, o yüzden altınla döşeli şehirlerin semâlarında görünmelerinde hayret edilecek bir şey yoktur. Bu keyfiyet, ister bir insan, ister bir fikir olsun, başına “güzel” sıfatını almış her bir “güzel”e aynıyla tatbik edilebilir. Bazı tiplere bakıp da, “yahu bunların burada ne işi var?” hayretine gark olmamak icab eder, çünkü güzelden yükselen câzibe, lâyık olmayana belki lâyık olandan bile fazla bir çekicilik sağlar. Güzelin tarifine yeltenecekler var ise, bu hususiyetini özellikle gözden kaçırmamalıdır.

Güzel için en büyük tehlike, talana gelenlerin yağması değildir. Yağmaya direnilebilir, savaşılabilir, mağlup ve hatta yok dâhi olunulabilir. Veyahut geçip gitmesi beklenilerek yeniden başlanılabilir. En büyük tehlike, talana gelen yağmacının, talana geldiği yeri şu veya bu meşum sebeble sahiplenmesidir. Böyle bir durumda güzelden etkilenen yağmacı, ister istemez güzele muhatab olanları da etkilemeye başlar. Fakat yağmacının etkilenmesi de tıpkı etkilemesi gibi güzelliği çirkinleştiricidir, çünkü güzele ait fazilet, çirkinde güzel durmaz. Tarihe şöyle bir bakan, bu hakikati çeşit çeşit misâllendirmekte zorluk çekmez.

Yağmacı çirkinin, güzel karşısında kendisine mevzi kazandıracak belli başlı özellikleri vardır. Bunlardan birisi, güzelin şuurunda bir alternatif olarak bile var olmayan, çirkinde gördüğü zaman da asla tenezzül etmeyeceği şirretlik vasfıdır. Bir diğeri, güzelin ahlâkına güvenip ona ahlâksızlık yapma yeteneğidir. Beriki, bedahetlerin bile kendisine bir bedahet ifâde edemeyeceği kadar câhil olduğundan, onlara saldırma cesareti ile muhatabını hayrete düşürmesidir. Öbürü ve en tehlikelisi ise, güzelde gördüğü güzelliği kendi çirkinliğine burhan kılabilmesidir. Dikkat edilirse yağmacı çirkin, esasında bütün gücünü güzelden almaktadır. Bir şiir, bir kitap, bir resim, bir medeniyet; güzel olan ne varsa bu türden bir talana mutlaka muhatab olagelmiştir.

Güzelde gördüğü güzelliği kendi çirkinliğine burhan kılabilmek; kıymet atfettiğini iddia ettiği güzelliğe, çirkinliğinden kurtulmak için değil kendinden tüten çirkinliği mutlak güzel zannedip o çirkinliği meşru kılabilmek için yanaşmakla mümkündür. Mansur’u katleden zihniyet, sûrette Mansur ile aynı geleneğe mensuptur. Mısır’ı fetheden ilklerin ve 14 asır sonra, bu zaman zarfı boyunca kimsenin aklına dâhi gelmemiş şekilde, piramitleri yıkmak gerektiğini haykıran harâmîlerin elinde aynı kitap mevcuttur.

Talana gelmiş yağmacı, bir süre sonra, esasında buraya talan için gelmiş bir yağmacıdan başka bir şey olmadığını da unutur. Neden unutmasın ki, o aslında her eşya ve her hâdise karşısında hep aynı tavrı sergilemekte, sadece iğfal ettiği kıymeti değiştirmektedir. İsterse o iğfal ettiği kıymetler birbirinin zıddı olsun, yağmacı için fark etmez. O, şemsin altında da kamerin altında da aynı zelildir ve zelâletini meşrulaştırmak için şemse de kamere de nisbet iddia edebilir. Hattâ sizi, “ben ışığımı onlardan alıyorum” tarzında bir afili cümle ile de apıştırabilir ve bu dört kelimelik cümleye, yukarıda saydığımız mevzi kazandıran dört hususu da yükleyebilecek bir maharet sahibidir, aman dikkatli olunuz.

Bu musallat tipin en belirgin vasıflarından birisi de safsatadır. Çünkü o sadece kötü niyetli değil aynı zamanda ahmaktır. Eski dildeki ismi “kıyas-ı bâtıl” olan safsata, adı üstünde, bir düşünceyi ortaya koyarken yapılan kusurlu akıl yürütmelerdir. Bu tip, herhangi bir zaman ve her hangi bir mekânda zuhur eyleyebilir. Nerede ve ne şart altında olursa olsun, onu ele veren, asla kurtulamayacağı safsatalarıdır. Söylemek zorundayız ki; üslûp, yerine göre bir kusurdur. Güzelde orijinallik sağlayan bir vasıf iken, çirkinde çirkinliği açığa çıkaran bir rol oynar. Hâlbuki, kendisini gizlemek isteyen çirkin olmalıdır, çünkü ne kadar sûret-i haktan görünürse görünsün talana gelen yağmacı odur. Aslında kendisini gizlemesi gerektiğini hayvanî bir içgüdü ile sezer ve bu yol bu uğurda ilk başvurduğu yol, keskinliktir. Çok kereler yaşamışsınızdır ki, aynı ideale bağlı olduğunuzu düşündüğünüz yağmacı, öyle fedakârca bir inanmışlıkla konuşur ki, kendinizi insandan saymazsınız. Esasında ise, onu bu gereksiz keskinliğe iten, söylediği şeye inanmaması ve bu hâlini gizlemesi gerektiği içgüdüsüdür ve bu keskinlik her zaman, birazdan gelecek olan safsatanın hazırlık aşamasıdır. Bazı yerlerde buna yobazlık da denir. Yobaz, neye inandığını söylüyorsa söylesin, elli yıl fanatikliğini yaptığı davayı, şuurunu ortaya çıkarıcı biri karşısında beş dakika içinde gözyaşlarıyla inkâr edecek olandır, yaşanmış ve görülmüştür.

bir sinek bir kartalı
salladı vurdu yere
yalan değil gerçektir
ben de gördüm tozunu

Demiştik ya, safsatacı yobazı yaşatan, muhatabının ahlâkıdır. Fakat hikâye her zaman böyle yürümez; bir gün bir yerde ağzının payını veren biri çıkar ve bizimkinden geriye tozu kalır. Toza bakanlar ise, kahramanımızın yaptığı onca keskinlikten yükselen nağmenin, meğer onun uzun veda türküsü olduğunu anlarlar.

***

İşte nice benzerleri arasından seçme tipik bir örnek, daha dumanı üstünde servis edilmiş madem, kaşıklamadan geçmeyelim: “Tiran bir zarurettir” buyurmuşlar. Her şeyden önce şunda uzlaşalım ki, zaruret kelimesi, bu tarz bir kullanımda, esasında ideal olmayana karşı çaresizlikten ileri gelen menfî bir durumu belirtir. Fakat buradaki esas sefalet, durumu zaruret ile kayıtladıktan sonra, bizzat zaruret ifade ettiği iddia edilenin faziletlerini sayıp dökmek fiilindedir. Yahu ortada gerçekten ideale yaklaşan faziletli tavırlar var ise, bu mânâda bir zaruretten bahsetmenin mantığı nedir? Ben söyleyeyim; güzele herkes itaat eder. Esas yürek soğutup benliği doyuracak olan, çirkinliğe edilen itaattir. Çünkü mevzubahis güzele itaatse, burada itaatin güzele mi yoksa o güzelliği yapana mı olduğu belirsizdir ve ağız tadını bozan bir keyfiyet taşır. O yüzden zât-ı muhterem bizi, sanki yapılan edilenden böyle bir netice çıkmışçasına davranarak, esasında doğrudan doğruya kişiye itaate davet etmektedir. Buradan da buram buram, başkasının kendi benzeri üzerinde kurduğu iktidardan şeytanî bir zevk duyan kâhya psikolojisi tütmektedir. Kâhya, marabadan seçilir ve ağadan fazla düzenin temsilciliğine soyunur. Buraya kadar tamam da, “beni niye bu bataklığa çekmek istiyor?” diye soracak olursanız, kendi ilkesizliğinin içten içe farkında olduğundan ve size baktıkça onu hatırladığındandır derim. İlkesizlikten rahatsız olduğunu da düşünmeyelim sakın, onu rahatsız eden ilkesiz olmak değil sizin yüzünüzden ilkesiz olduğunun farkına varılması korkusudur.

Sevgili dostumuzun harikulâde tesbitlerinden bir tanesi de, tirana olan muhalefetinizi durdurmanız ve bunu da başka bir yüksek ideal uğruna, liderin selameti için yapmanız gerektiğidir. Yani, süslü ifadelere gerek yok, kendinizi feshedin buyuruyorlar. Neden o dediği bir fesih manasına geliyor biliyor musunuz, çünkü ben varlığımı şuna buna muhalefette bulmadım ama her şart altında insanı ve insanlığı savunurum. Ve bu savunmam, benim değerlerime savaş açmış birisini ister istemez benimle karşı karşıya getirir. O yüzden savaş alanını boşaltmam demek, varoluşumun da sonu mânâsına gelir. Peki, yüksek ideal uğruna varoluştan vazgeçilir mi? Esasında bir ideal etrafındaki kişi veya topluluk, o ideal uğruna yaşar ve aynı uğurda ölürse, varoluşundan bir şey kaybetmiş sayılmaz. Değerlerinden taviz vermeden yaşayanın ölümü de, aynı ideale bağlı olanlara ideal yolunda basamak olur. Fakat değerinden taviz verenin, aldığı nefesi ayrı, ölümü ise ayrı bir derttir. O hâlde, ideale bağlı olanlar, hayatlarında ve ölümlerinde asla tasfiye olmazlar ve bu yüzden yüksek ideal uğruna varoluştan vazgeçmek diye bir şey mümkün değildir. Bir kez daha tarih, misâl bile vermeye gerek olmayacak şekilde, tasfiye için öldürenin yok olup, öldürülenin yaşadığı hâdiselerle doludur. İşin teknik kısmı tamamsa gelelim hikmet boyutuna.. Hani fedakârca bir kendini tutma, yani varoluştan ayrılma beklentisi dayatılıyor ya.. Şu dilden anlarlar mı bilinmez; ben varsam Allah vardır. Ben yoksam yoktur demiyorum ama hiçbir mahlûkatın olmadığı yerde yaratıcının mevzuu kimdedir? Aynı hikmetten mülhem, bağlısını tasfiye etmeye uğraşarak bağlanılana fayda sağlanamaz. Kimse liderini, resmi olmayan ressam seviyesinde hayâl edemez ve hele ki bunu fedakârlık adı altında pazarlayamaz.

Bakın siz bu hâllere niye düşüyorsunuz biliyor musunuz? George Rude, iki tip teori ayrımı yapar. (İngiliz bir marksistten tarih mi öğreneceğiz diye sorulabilir elbet, hattâ Soma’da yerde tekmelenen genç de eşcinselmiş zaten). Bu teorilerden birisi kendiliğinden, diğeri ise türetilmiş teoridir. Bugün İslâmcılık adı altında piyasaya sürülen teori “kendiliğinden” sınıfına girer. Sizin i’sinden bîhaber mensubiyet iddia ettiğiniz İbda ise, İslâmcılık ile aynı gelenekten gelen ama “türetilmiş” -ve dikkat- devrimci bir ideolojidir ve bir adım daha atarsak, bu mânâda bir kopuştur. Eskiden “bizden olmayanlar” muktedirken, kurşun vızıltısı altında ayrık ses çıkmaz hesabı, böyle bir gerilim hâliyle mevcut değildi. Ancak, İslâmcı kabilenin iktidarı sürerken, sizden bu ince ayrımı görmenizi beklemek fazla hayâlperestlik olur. İbda Mimarı’nın, “İlklerden başka örnek tanımaksızın…” sözü üzerinde düşünmeden ne Emevi ile ne Osmanlı ile bir hesaplaşmaya girmeniz beklenebilir. Bu kolaycılık içinde, “hah, tamamdır” demeye dünden râzı psikoloji ile basit bir sûret benzeşmesine tav olup bütün bir hareketi de peşinizden sürüklemeye çalışmanız bundandır. Peki size, Amerikan Komünist Partisi’nin Roosevelt döneminde ve TKP’nin de 1930’larda “artık bize ihtiyaç yoktur” diyerek kendilerini feshetmeleri misâllerini versem, içinde debelendiğiniz içler acısı durumun, esasında hiçbir orijinalliği bulunmayan, çok kereler düşülmüş tipik bir yanılgı olduğu anlaşılır mı?

***


Aslında serüven basit değil mi; yağmacı talana gelir, talan etmeye kalktığı güzele nisbet iddia etmeye başlar, gerçek bağlılardan rahatsız olup güzelin etrafına yerleşmeye bakar, sonra güzelin adına konuştuğu vehmini uyandırıp bin bir safsata ile zihin bulandıracağını zanneder. Bunu da tam bağlılık kılıfı ile sunar ve tepeden bakıcı bir kibir üslubuyla süsler. Kendi hâlinin farkında olup olmadığı bile meçhul, izah yükünü de size yıkar. Bilmez ki, kibrettiklerinin cebinde büyüteç olmasa kendisinin farkındalığı bile mevcut değildir. Şunu da belirtmeliyiz ki, dostumuz bize sadece bir hareket noktası sağlamıştır ve söylediğimiz sözlerin muhatabı bütün benzer anlayış sahipleridir. Musallat anlayış..  

Yine Yunus ile bitirelim:  

gözsüze fısıldadım 
sağır sözüm işitmiş 
dilsiz çağırıp söyler
dilimdeki sözümü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder